Ekonomi, Kalkınma, Sanayileşme

Ekonomi, kalkınma, sanayileşme tüm insanlık içindir. "Ekonominin gereği" saptırmasına sığınılarak toplumun "ekonominin gereğine" göre yönetilmesi kabul edilemez. İnsanlık, kendisi için iyi olmayan ekonomik yapıya müdahale etme ve kendisi için iyi olduğunu düşündüğü ekonomik yapıyı gerçekleştirme hakkına sahiptir. Bu hakkı da tarih boyunca kullanmış olup, kullanma çabasını da sürdürmektedir, insanlık bu çabasını doğanın bir parçası olduğunu aklından çıkarmadan ve doğa ile barışık olarak sürdürmelidir.

Ekonomi, sosyal üretimde insanların kendi aralarında kurdukları ilişkilerin, yani sosyal üretim ilişkilerinin gelişme yasalarını ortaya koyar. Bu anlamda insan faaliyetlerinin temel sorunları ele alındığında ve üretim tarzının gerçek içeriği ortaya konulduğunda, sömürünün nedenleri açıklanabilir ve buna son vermenin ancak örgütlenme ile mümkün olduğu kabul görülür. Dolayısıyla, ekonomi, toplumla ve sınıflarla birlikte ele alınmalıdır. Kalkınma, günümüzde çağdaşlaşma ve modernleşme kavramları ile eşanlamlı kullanılmaktadır.

Ancak, bu kavram bütün ülkeler ya da sınıflar için aynı anlamı ifade etmemektedir. Azgelişmiş ülkeler açısından bu kavram emperyalizmin ideolojik bir dayatmasıdır. Çünkü, kalkınma onlara kapitalistleşme olarak sunulmaktadır. GSMH‘de artış sağlanması, büyümenin gerçekleşmesi söz konusuysa sorun olmadığı iddia edilmektedir. Oysa, gerçek bir kalkınmadan söz edebilmek için, toplumda egemen sınıfların değil, çoğunluğun refah düzeyinin daha iyiye gitmesi gerekir.

Diğer yandan, savaş ekonomisi ve askeri harcamaların bu kadar büyük boyutlara ulaştığı, kaynakların dünya silah tekellerine aktarıldığı bir ülkede kalkınmadan söz edilemez. Sanayileşme için de benzer bir yaklaşım ortaya konulabilir. Sanayileşme, ekonomide sadece üretim yapısının yenilenmesi değil, toplum düzenini oluşturan çeşitli kurumsal yapılan ve toplumsal ilişkileri dönüştüren karmaşık bir süreci tanımlar. Bu nedenle, içinde yaşadığımız toplumsal koşullardan ve politik güç ilişkilerinden ayrı düşünülemez.

Ülkemizde egemen sınıflar uluslararası emperyalizmin de yönlendirmesiyle toplumda yaygın kesimlerde sanayileşme denilince "Kapitalist tarzda sanayileşme" anlaşılmakta ve kapitalizme geçiş ile sanayileşme süreçleri bir tutulmakta, dolayısıyla sanayileşme de kapitalistleşmeye yönelik bir uygulama olarak değerlendirilmektedir.

Egemen görüş, günümüzde sanayileşmeyi teknolojik gelişme temelinde tanımlamakta, teknolojinin gelişmesinin ve ilerlemenin bir göstergesi olarak kullanmaktadır. Azgelişmiş ülkelerin mevcut son teknolojileri kullanarak ve ancak gelişmiş/sanayileşmiş toplumların geçtiği düz bir evrim çizgisini izleyerek sanayileşeceği, azgelişmişlikten kurtulmanın tek yolunun gelişmişlerin izlediği sanayileşme politikalarını uygulamak olduğu söylenmektedir. Böyle bir sanayileşme modelini sorgulanamaz, değiştirilemez ve müdahale edilemez birşey olarak görmek, ortaya çıkan politik, ekonomik, ekolojik her türlü olumsuz sonucu kaçınılmaz ve katlanılması gereken iktisadi ve teknik zorunluluk olarak görmek yanlıştır.

Gelişmiş kapitalist ülkelerden farklı bir sanayileşme perspektifi oluşturmak, farklı toplumsal hedefler ve stratejiler benimsemek ve bunlara uygun yapılar oluşturmak, makro ve sektörel bazda ekonomi politikaları geliştirmek ve kapitalist sanayileşmenin ortaya çıkardığı toplumsal sorunların önüne geçmek mümkündür. Çalışanlardan yana alternatif bir toplum projesi temelinde emekten yana bir sanayileşme böyle gerçekleşebilir.

Nasıl bir sanayileşme politikası?

İnsandan ve emekten yana bir sanayileşme politikasının bir toplumsal proje çerçevesinde doğa, toplum ve devlet ilişkilerini yeniden düzenleyen köklü bir devrim ile birlikte ele alınması gereklidir. Böyle bir yaklaşımın en temel unsurları:

Sanayileşmenin amacı : Sanayileşme tek başına bir amaç olamaz. Sanayileşme; toplumun tüm kesimlerini kucaklayan, ama öncelikle çalışanların sağlık, eğitim, barınma, kültür gibi temel gereksinimlerini sağlamak üzere ileri teknolojileri işsizliği de ortadan kaldıracak biçimde kullanarak gerçekleştirilen bir sanayileşme toplumsal gönencin bir aracı olarak algılanmalıdır. Toplumsal gönenci oluşturan unsurlar; işsizliğin, yoksulluğun, gelir eşitsizliğinin, toplumsal ve bölgesel eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasıdır.

Bu amaca yönelik bir sanayileşme sürecinde kafanın, ekonomiye eşit biçimde katılımı sağlanacak, mevcut her türlü ayrımcı iş bölümünün aşılması için olumlu yönde ayrımcı politikalar uygulanacak, ekolojik dengeler gözetilecek ve çevre kirliliği engellenecektir.

Bu bağlamda sanayi politikalarının bileşenleri; a) Bu amaca uygun kurumsal yapılar; b) hem makro hem de sektörel düzeyde kısa, orta, uzun dönemli öncelikler iyice belirlenmiş ticaret, yatırım, bölgesel gelişme ve teknoloji politikalarının oluşturulması gerekmektedir. Öncelikler tüm toplumsal kesimlerin geniş katılımıyla, demokratik bir biçimde belirlenmeli ve uygulanmalıdır. Belirlenen hedeflere göre devletin rolü yeniden belirlenmelidir.

Devletin işlevleri, kamu sektörünün verimlilik ölçütleri, kapitalist bir firmanın verimlilik ölçütlerinden nasıl farklı ölçütlere dayanması gerektiği belirlenmeli ve buna göre nasıl bir yatırım, istihdam ve teknoloji politikalarının uygulanacağı kesinleştirilmelidir. Uzun dönemde eşitlikçi, demokratik ve katılımcı bir sosyalist toplum yaratmaya yönelik köklü bir yapısal devrimi hedefleyen sanayileşme stratejilerinin tümüyle piyasa mekanizmaları egemenliğine bırakılması düşünülemez. Devlet bu süreçte olumlu ve önemli bir rol üstlenmelidir. Her politika belli düzenlemeler yaparak ve kurallar koyarak belirli bir iktisadi ortam yaratmayı ve buna uymayanlara da yaptırım uygulamayı öngörür. Kuralların da ötesinde, elindeki iktisadi güçleri araç olarak kullanır. Vergi, teşvik, dış ticaret, gümrük tarifeleri gibi klasik düzenlemeler yanında KİT‘ler kısa, orta, uzun dönemli sanayi politikalarının çok önemli bir aracıdır.

Uygun kurumsal çerçevenin oluşturulması konusunda mülkiyet sistemi gözden geçirilmelidir. Uygun kurumsal yapının azami kar hırsının üretimin temel amacı olmaktan çıkarılıp, yaygın bir "kamusal(toplumsal) mülkiyet ve demokratik merkezi planlama" temeline oturtulması gerekmektedir. Üretim- tüketim ilişkisi, piyasa ölçütlerine göre değil halkın demokratik karar ve tercihlerine dayalı kurulmalıdır. Bunun için çalışanların hem üretici hem de tüketici olarak örgütlülüğü gerekir. Bu süreç giderek siyasetin yeniden tanımlanmış bir devlet-toplum ilişkisi ekseninde örgütlenmesinin yollarını açacaktır. Kısa, orta ve uzun dönemli sanayileşme politikaları birinin bitip diğerinin başladığı bir süreç gibi değil, eş zamanlı uygulamaya konulan ve birbirine koşut yürütülen politikalar olarak düşünülmelidir.

Kısa dönemde; durma noktasına gelen fiziki yatırımların önünü açmayı, ölüme terkedilmiş KİT‘lerin çalışanların denetiminde etkin bir şekilde işletilmesi sağlanmalı ve gerekli teknolojik yenilenmelerle darboğazdan çıkartılması hedeflenmelidir. Orta dönemde; ekonominin yönlendirilmesi açısından belirleyici plan üretim, dağıtım ve dolaşım araçlarının kamusal (toplumsal) mülkiyeti hedeflenmelidir.

Özellikle ekonomide kilit sektör olan telekomünikasyon, banka/finans, demir- çelik, petrokimya, enerji sektörlerinin çalışanların yönetimine girmesi, kamu kesimi demokratik planlama ile sektörel öncelikler çerçevesinde bir yatırım planlamasına dayandırılması, teknolojik gelişmelere paralel olarak ortaya çıkan yerli işkalları oluşturulmasında yeni KİT.lerin kurulması öngörülmeli ve KİT‘ler uzun dönemli teknoloji üretme faaliyetlerine de öncü rolü üstlenmelidir.

Bölgesel gelişme politikaları, cinsel ve diğer toplumsal eşitsizlikleri ortaklaşa kaldırmaya yönelik bir istihdam politikası ile birlikte ele alınmalıdır. Kamu öncülük etmek durumundadır. Uzun dönemde; sektörel teknoloji politikaları, ileri teknolojilerin uygulanması ve üretilmesi temelinde, her sektörün ülkenin kendine özgü yapısı ve uluslararası teknolojik gelişmeler dikkate alınarak oluşturulmalıdır.

Sektörel teknoloji politikaları, gelişmeleri izleyebilen, uygulayabilen ve yenilikler yaratabilen, yüksek düzeyde becerili yeni bir yaratıcı-üretici insanlar yaratmayı hedeflemelidir. ileri teknolojilerin hem üreticilerin yaratıcılıklarını ve zihinsel gizil güçlerini ortaya çıkarabilecek, hem de işsizliği kaldıracak biçimde uygulanmaya konulması esas alınmalıdır.

Bu bağlamda, eğitim sisteminde tüm çalışanların çalıştıkları alanda her türlü üretim bilgisine sahip, araştırıcı nitelikleri gelişmiş, nitelikli insan gücüne dönüştürülmesini hedefleyen yapısal bir devrimi sağlanmalıdır. Tüm sektörlerdeki üretim birimlerinde hiyerarşi içermeyen bağımsızlıkçı, eşitlikçi, ve demokratik bir emek sürecinin oluşturulması için önlemler alınmalıdır. Üretici insanın üretim yerinde özyönetiminin yanı sıra, yerel ve ülke yönetimine doğrudan katılımını sağlayacak bir örgütlenme biçimi yaratılmalıdır.

Türkiye‘ye bakış

Ülkemizde; Kurtuluş Savaşı‘ndan sonra özellikle 1930‘lordan hemen sonra başlayan ulusal ekonomik kalkınma atağının yapıtaşlarından olan, bağımsızlıkçı, ülkenin doğal kaynaklarını ve coğrafi olanaklarını değerlendiren kalkınma politikaları, kamu iktisadi teşebbüsleri eliyle yaşama kavuşmuştur. Ekonomik kalkınma atağında en önemli unsur genç cumhuriyetin 24 Temmuz 1923‘te o dönemin başlıca emperyalist devletleri ile imzaladığı Türkiye‘nin bağımsızlık ve egemenlik haklarının tanındığı Lozan Anlaşması‘nda Osmanlı İmparatorluğu‘ndan devralınan kapitülasyonların kaldırılmasıydı. Buna rağmen Türkiye, sanayileşmeye yönelebilmek için gümrük tarifeleri üzerinde var olan kısıtlamaların kaldırılıp yeni bir gümrük tarifesi yapıncaya kadar 5 yıl geçti (1929). Bu arada ‘Teşviki Sanayi Kanunu" 28 Mayıs 1927‘de çıkarıldı.

1924‘te İzmir‘de toplanan İktisat Kongresi‘nde belirlenen ulusal endüstri siyaseti esaslarına dayanarak 1925‘de "Sanayi ve Maadin Bankası" kuruldu. Bu banka devlete ait birkaç sanayi kuruluşunu işletmek ve finansal olarak desteklemek işini üzerine aldı. Endüstrileşme yolunda özel girişimcileri teşvik eden "Teşviki Sanayi Kanunu" etkisini gösterdi, ağırlıkla Ege ve Marmara Bölgeleri‘nde olmak üzere 1923‘den 1933‘e kadar bir çok adım atıldı. Bu zaman içinde irili ufaklı 1130 kadar kuruluş kurulmuştur. Devlet endüstriyi 1927 tarihli .Teşviki Sanayi Kanunu" ve gümrük tarifeleri ile teşvik etmiş ve kurmuştur. Bedelleri hükümet bütçesinden ödenen her tür giyeceğin yerli malı olması zorunluluğu ve sonraki yıllarda yerli malı kullanmayı özendirici diğer uygulamalar ülkede farklı bir hava estirdi.

Fakat özel sermaye sahiplerinin kendileri için az elverişli bulduğu yerlere yatırım yapmamaları, özel sermayenin yetersizliği, bölgeler arası eşitsizliklerin varlığını sürdürmesi, asıl önemlisi planlama eksikliklerinden kaynaklanan verimsiz çalışmalar ve Lozan‘da geri adım attırılan emperyalist ülkelerin yeniden yerli özel sermaye sahipleri aracılığıyla ülkeye girişleri ve Türkiye‘nin hemen yanı başında olan SSCB‘deki ekonomik atılımlar ve endüstrileşme başarısı cumhuriyet hükümetlerini endüstrileşmeye ilişkin siyasetlerini gözden geçirmeye itti. Devlet burada ekonomik hayatı yönlendirmek, endüstriyel deneyimi artırmak, bölgelerarası eşitsizlikleri ortadan kaldırmak amacıyla 1934‘den itibaren beş yıllık endüstri planları hazırlattı.

Birinci beş yıllık plana göre (1934-1939) genişletilen ve yeniden kurulan endüstri kolları şunlardır: l) Dokuma endüstrisi; 2)Ağır Endüstri ve maden endüstrisi; 3) Selüloz endüstrisi; 4) Seramik endüstrisi; 5) Kimya endüstrisi. Devlet beş yıllık planların uygulanmasını "Sümerbank" a bıraktı. Bu banka 1933‘de kurulmuş olup "Sanayi ve Kredi Bankası"nın ve "Sanayi Ofisi"nin yerine geçmiştir. 1925 yılında pamuklu ve pamuk ipliği için dışarıya 75 milyon TL kadar para verilirken, bu miktar Teşviki Sanayi Kanunu‘ndan faydalanan kuruluşların üretimi ile gittikçe azalmış (1934‘de 17 milyon TL kadar) ve birinci beş yıllık plan sonunda ise 6.5 milyon TL‘ye düşmüştür. Cumhuriyetin ilk yıllarında ekonomik girişimlere değinilen yukarıdaki anlatımlar; cumhuriyetin kurulması ile birlikte ekonomik kalkınmanın cumhuriyet hükümetleri tarafından dönem dönem nasıl algılandığını tekrar anımsatmak ve günümüzdeki hükümetlerin ekonomik kalkınma için yaptıklarına ışık tutmayı amaçlamak için yazılmıştır.

Görüleceği gibi ülkemizde cumhuriyetin kuruluşunun ilk yıllarında daha çok 1923‘de İzmir‘de toplanan iktisat Kongresi sonuçlarına dayanan liberal politikaların egemenliği 1923‘den 1934‘e kadar sürmüş olup, yine yukarıda değinilen nedenlerden ötürü 1934‘den sonra başlatılan beş yıllık endüstri planları ile devletçi politikalar Türkiye‘de egemen olmuştur.

Bu süreç II. Dünya Savaşı sırasında duraklamış ve savaşın sonunda ters bir süreç gelişerek, II. Dünya Savaşı sonrası Türkiye egemenlerinin dışa bağımlı, uluslararası sermaye ve yerli işbirlikçi sermayenin çıkarlarını gözeten, kaynakları verimli kullanmayan, doğayı kirleten, dünya piyasalarına göre biçimlenen ve Türkiye toplumunu gözetmeyen politikalara yerini bırakmıştır.

Uluslararası sermaye, YDD ve küreselleşme söylemleri ile Türkiye‘ye ülkemizin fabrikalarını, madenlerini, tarımı ve tarıma dayalı endüstrisini, ulaşım ağlarını, haberleşme ve enerji santralleri ağlarını, Dünya Bankası ve IMF politikalarının hedefleri doğrultusunda yerli ve yabancı sermaye çevrelerine peşkeş çekilmesini dayatan Türkiye toplumuna yoksulluk, işsizlik dayatılıyor. Özelleştirmeler derhal durdurulmalı, özelleştirilen işletmeler ise kamu mülkiyetine geçirilerek Türkiye toplumu yararına çalışmaları hedeflemelidir. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı lağvedilmelidir. Yargının özelleştirme uygulamalarını iptal ve yürütmeyi durdurma kararlarını uygulamayanlar yargılanmalıdır. Oluşan suçlar zaman aşımı kapsamında değerlendirilmeyip demokratik ve toplumcu bir iktidarda yargı kararlarını uygulamayanlar yargılanmalıdır. Ülkenin ekonomik bağımsızlığına kavuşması, ulusal ekonomik politikaların Türkiye emekçisi çıkarma uygulanması, gelir adaletinin sağlanması, işsizliğin önüne geçilmesi, gönencin tüm toplum kesimlerine yayılması bir iktidar sorunudur.

Bu hedeflere merkezi planlamaya dayalı kamu ağırlıklı bir ekonomiyle ulaşılabilir. Ekonominin planlaması ve uygulaması ancak kamu eliyle, demokratik ve katılımcı bir şekilde ülkenin özgücüne dayalı olarak yürütülebilir. Merkezi planlı ekonomi bölgesel eşitsizliklerin giderilmesi için de bir çözümdür. Bağımsızlıkçı ekonomik politikanın ana amacı, Türkiye doğası ve toplumunu gözetmektir. Stratejisi Türkiye Cumhuriyeti‘nin ekonomik temellerini korumak ve geliştirmektir. Ulusal ekonomik politikaların korunması ve geliştirilmesinin itici gücü emekçi halktır. Endüstride, tarımda ve diğer hizmet sektörlerinde çalışanların sendikal haklara ve çalıştıkları işletmelerde söz yetki ve karar haklarına sahip olması önemlidir. Halk yararına verimli ve nitelikli ekonomik politikalar geliştirmek için büyük tekelci sermaye kamulaştırılmalıdır. Büyük toprak sahipleri elinde bulunan topraklar kamulaştırılmalıdır. Tarım işletmelerinde kollektif çalışma biçimlerine geçilmesi, küçük toprak sahiplerinin kooperatifler vb. üretim-dağıtım birimleri oluşturularak ekonomik hayata sokulması, küçük tarım arazilerinin kamusal ve planlı üretim amacıyla birleştirilmesi önemlidir. Kent arazileri kamu yararı gözeten ekonomik politikalar, yerleşim, ulaşım sorunlarının planlı bir şekilde çözümlenebilmesi için kamulaştırılmalıdır. Bağımsızlıkçı, toplumsal ekonomik politikaların yaşama geçmesi ancak emekçi örgütlerinin (partiler, sendikalar, DKO‘ler) çabalarını ortaklaştırmaları ile mümkündür. Uluslararası alanda; GATT, Uruguay Raundu, Gümrük Birliği gibi emperyalist amaçlar güden anlaşmalar, DTÖ(WTO), OECD, NAFTA benzeri emperyalist amaçlar güden örgütlenmeler dışında, ezilen dünyaya yönelik anti emperyalist anlaşmalar ve örgütlenmeler yaşama geçirilmelidir. Dünya Bankası ve IMF politikalarına uyulmamalı, Türkiye‘nin karar alma süreçlerinde bulunmadığı Gümrük Birliği‘nden çıkılmalıdır. OECD üyesi 29 ülke tarafından 1995 yılından bu yana gizli olarak yürütülen Çok Taraflı Yatırım Anlaşması (MAI) ve anlaşma tarafı şirketlerce oluşturulacak Uluslararası Tahkim Kurumu‘nun anlaşmazlıklar halinde yetkili kılınmasını öngören girişimler kamuoyunun bilgisi dışında sürdürülmektedir. Uluslararası sermayenin anayasası olan bu anlaşma, ulus devlet yasalarının ihlali anlamına gelmektedir.

Ulus devletlerin rolü ve işlevleri, ulus ötesi sermaye lehine ve toplumun tüm kesimlerinin aleyhine değiştirilmek istenmektedir. Yasama ve yargı yetkileri devletlerin elinden alınarak, ulus ötesi şirketlere devletlerin koyduğu bu kurallara uymama hakkı verilmek istenmektedir. Anlaşmanın imzalanması durumunda, ulus devletler MAI ile çelişecek hiçbir yasayı çıkaramayacaklar ve 5 yıl süre ile anlaşmadan çıkamayacaklar, çıktıktan sonra da 15 yıl anlaşma hükümlerine bağlı kalacaklardır. Ulus devletlerin sermaye akışını ve uluslararası ticaretini kontrol etmek amacıyla aldığı koruma önlemleri de MAI ile ortadan kaldırılmak istenmektedir. MAI anlaşması kapsamında yapılacak yeni yatırımlar ve ulus ötesi şirketlerin mevcut yatırımları, sözleşmeli hakları, fikri mülkiyet hakları, para ve ifa cinsinden hak edişleri, gayri menkulleri ve devlet imtiyazları ile lisanslarını kapsamaktadır. Anlaşma, yatırımcıların ve kilit personellerinin ev sahibi ülkeye kısıtsız girme ve çalışma izni almasını öngörmektedir. Yatırımlardan sağlanan gelirin transferi önündeki tüm engeller kaldırılmaktadır. MAI, ulus devletlerin yabancı yatırımlar konusunda gözettiği performans kriterlerinin aranmamasını şart koşmaktadır. Bir süreden beri gündemde olan çalışma yaşamının sermaye lehine kuralsızlaştırmasına yönelik çabalar MAI ile meşrulaştırılmak istenmektedir. Anlaşma ile madencilik, ulaşım gibi sektörlerde dahil olmak üzere tüm sektörlerin yabancı sermayeye açılması öngörülmektedir. MAI hükümleri ile çelişen tüm çevre standartlarının engellenmesi ve çevre standartlarının düzeyinin düşürülmesi amaçlanmaktadır. MAI, bir tür kapitülasyon anlaşması olup, bu anlaşmaya bağımsızlıkçı ve emekçi tüm güçlerle karşı durulmalıdır. Yeni Dünya Düzeni‘nin ablukası; ancak ezilen dünya halkları ile birlikte bağımsızlıkça ve emperyalizm karşıtı siyasal ve ekonomik birliktelikler içine girerek ve halklar arasında karşılıklı güven ilişkisi yaratılarak dağıtılabilir.