Küreselleşme - Bilim ve Teknoloji

Emperyalist sistemin ikinci Paylaşım Savaşı‘ndan 1960 sonlarına kadar sürdürdüğü olağanüstü büyüme; pazar daralması ve kar oranlarının artış eğilimindeki düşme sonucu yine bir krizle noktalandı. Emperyalizm girdiği krizle birlikte î 970‘lerden beri sürdürdüğü eğilimleri 1980‘lerde net bir şekilde formüle etti. Bunun adı, ilk defa Gorbaçov‘un telaffuz ettiği Yeni Dünya Düzeni idi. Yeni bir sermaye birikim modeli, yeni bir üretim ve emek süreci örgütlenmesi, yeni sermaye ve devlet örgütlenmeleri ve yeni emek örgütlenmeleri (örgütsüzleşmeleri) ile süren bu eğilim, siyasi-askeri ve mali düzenlemesini de oluşturmaktaydı. Bu doğrultuda ikinci Paylaşım Savaşı sonrası uygulanmakta olan Keynesci sosyal devlet anlayışına uygun birikim modelinden, çevre ülkelerdeki ithal ikameci rejimlerden ve kütlesel üretim- kütlesel tüketim temelinde yürüyen Fordist emek süreci örgütlenmesinden vazgeçilmişti. Bunun yerine para-sermayenin, finans-sermaye içinde olağanüstü etkinlik kazandığı bir çevrim, dolayısıyla üretimden finansal alana bir kayış ve özelleştirmelerle mülkiyetteki değişimler, neo-liberal politikalarla yaşama geçirildi.

Emek sürecinde ise esnek üretim-esnek istihdam uygulamaları dayatıldı. Buna uygun olarak da kuralsızlaştırma (deregülasyon) politikaları ile sendikasızlaştırma ve sosyal güvenliği ortadan kaldırma süreci geliştirildi. Yerini değiştirme (dislokasyon) politikaları ile kirli, hantal ve katma değeri düşük sanayi üretimi, çevre ülkelere kaydırılırken merkezde bilgi üretimi ve finansal organizasyonlara ağırlık verildi. Ayrıklaştırma (segmentasyon) politikaları ile üretim süreci parçalanıp bir üretimin çeşitli bölümleri değişik ülkelerde yapılmaya başlandı.

Bu düzenin siyasal karakteristiğini ise emperyalizmin merkez ülkelerinde görece istikrar, eteklerinde ve çevre ülkelerde düşük yoğunluklu savaşlar oluşturmaktadır. Etnik ayrımcılık emperyalist ülkeler dışındaki dünyada halklar arasında düşmanlık tohumları ekmekte. Uluslararası emperyalizmin, Yugoslavya ve eski SSCB benzerinde olduğu gibi görece kendi politikalarına aykırı düşen ulus devlet yapısına sahip ülke coğrafyalarının parçalanması taarruzu güncelliğini korumaktadır. Hükümetler üstü hale gelen merkez bankalarına doğrudan direktif veren IMF ve Dünya Bankası, bütün dünya devletlerine zorla imzalattırılan GATT anlaşmasını uygulattıracak olan Dünya Ticaret Örgütü, bazı bölümleri tasfiye edilerek yeniden yapılandırılan gizli devlet aygıtları ve bu doğrultuda yeniden yapılandırılmaca olan NATO ve kukla haline getirilmiş bir BM örgütü bu yeni düzenin temel, örgütsel dayanaklarını oluşturmaktadır.

Yeni Dünya Düzeni ile içice geçmiş bir kavram olarak küreselleşme söylemi bu sürecin temel ideolojisini oluşturdu. Bu yayılmacı kapitalizmin çok eski bir düşü olmasına rağmen yeni bir kavrammış gibi öne sürüldü. Buna göre bilimsel teknolojik gelişmelerle kapitalizm yeni bir sürece girmişti. Artık kapitalizm ötesi bilgi toplumu gerçekleşmekteydi. Bu gelişmeler sonucunda enerji, otomasyon ve bilgisayarlaşma ve iletişimde sağlanan olanaklarla dünya küçülmüş ve küresel bir kalkınma, dolayısıyla küresel bir demokrasi olanaklı hale gelmişti.

Küreselleşme sayesinde uluslar, dolayısıyla insanlar gelişme, kültür ve refah düzeyi açısından eşitlenecekti. Bu sürecin sonucunda ulusal devletler kademeli olarak ortadan kalkacaktı. Bütün bu süslü söylemlere bugünkü gerçeklikte bakıldığında ise bambaşka bir durumla karşılaşılmaktadır. Bilgi toplumu denen süreç, maddi üretimdeki emek bileşimini ve temel sömürü mekanizmasını ortadan kaldırmadığı gibi, iddia edildiği gibi bilgi tekeli de ortadan kalkmamış, "herkese açık bilgi" söylemi ile egemenlerin bilgi tekeli ve iktidarını gizleyen bir sonuca yol açmıştır.

Küresel kalkınma söylemi ise küreselleşme ideolojisinin en kof yalanını oluşturmaktadır. Dünya nüfusunun en yoksul %20‘si ile en zengin %20‘si arasındaki oran son 30 yılda l/30‘dan l/78‘e çıkmıştır. En zengin %20, dünya gelirinin %85‘ine el koyuyor. 358 dolar milyarderinin serveti, dünyanın yoksul yarısının gelirine eşit hale gelmiştir. Dünya ölçeğinde egemenliği ele geçirmiş 37.000 şirketin içinde en büyük 200‘ü dünyadaki istihdamın %1‘ini bile barındırmamakta ama, dünya GSMH‘sinin %31.2‘sini gerçekleştirmektedir. Buna karşılık, açlık sınırında yaşayan insanların sayısı bir milyarın üzerine çıkmış durumdadır. Ülkeler arasında yaşanan farklılaşma, ülkelerin içerisinde de aynı biçimde yaşanmaktadır. Emperyalist ülkelerin kendi emekçileri de yoksullaşmadan paylarını almaktadırlar.

. Küreselleşme özellikle merkez ülkelerin sermayesi arasında gerçekleşirken, dünya işçi sınıfının "küreselleşmesine" yardımcı olacak serbest dolaşımına ırkçı ideolojiler eliyle engel konulmaktadır. Demokrasiyi getireceği söylenen küreselleşme sürecinde bir yandan seçimlere katılım düşerken, bir yandan da faşizm, merkez ülkelerde de güçlenmeye başlamıştır. Çevre ülkelerin pek çoğunda ise halklara karşı düşük yoğunluklu savaş stratejileri yürürlüğe konulmaktadır. Bu stratejilerin yürürlükte olması bile ulusal devletlerin ortadan kalkma eğiliminde olmayıp, birer savaş aygıtı olarak yeniden örgütlendiklerini göstermektedir. Devletin; sermaye düzeninin devamı, özel mülkiyetin güvencesini sağlama, altyapı yatırımları ve işgücü yetiştirilmesi gibi işlevleri göz önüne alındığında, ortadan kalkmayacağı, bunun yerine konjonktüre uygun olarak müdahale biçimlerinin değişeceği ve buna uygun yapılanmaların ortaya çıkacağı açıktır.

. Özelleştirme, devletin ekonomik ve sosyal işlevlerini tasfiye etme aracı olarak düşünülmüştür. Özelleştirme, küreselleşmenin, uluslararası finans kuruluşlarının ve çok uluslu tekellerin öngördüğü yeniden yapılandırma programı kapsamında gündeme getirilmiştir. Bunun içinde yeni bir artı değer rejimini olanaklı kılacak birikim modelleri, üretim organizasyonları, yani üretim süreçlerinin, işgücünün ve pazarın esnekleşmesi söz konusudur. Sermaye hareketlerinin önündeki tüm engellerin kaldırılması eylemine girişilmiştir. Buna bağlı olarak devletin küçültülmesi, sosyal devletin ortadan kaldırılması, kamu alanının daraltılmasına yönelik özelleştirme programı uygulamaya sokulmuştur.

Özelleştirme, gelişmiş ülkeler için kamu finansman açıklarını azaltmanın, ekonomik etkinliği ve rekabeti artırmanın araçlarından birisi, gelişmekte olan ülkeler için ise, büyümeyi hızlandırmanın, kamudaki yapısal dengesizliklerin düzeltilmesinin, kamu finansman açıklarının azaltılmasının ve enflasyonu düşürmenin bir aracı olarak sunulmuştur. Ancak, özelleştirme, serbest piyasa rejiminin ve yeniden yapılanma sürecinin sorunlarının giderek artmasına bağlı olarak bir dayatma biçiminde gündeme getirilmiştir. Özelleştirmenin Türkiye‘de uygulanmasına 1986 yılında başlanmıştır. Özelleştirmede temel amacın "pazar güçlerinin ekonomiyi harekete geçirmesine imkan verilmesi ve verimliliğin artırılması" olarak açıklanmasına karşın, gerçek amaç devlete kısa vadede kamu açıklarını kapatmak için gelir sağlamak olarak ortaya çıkmıştır. Özelleştirme uygulamalarının sonucunda işsizlik artmış, emeğin örgütlenmesi ve sosyal güvenlik sistemi zayıflatılmıştır.

Bu koşullarda özelleştirmeler derhal durdurulmalı, özelleştirilen işletmeler ise kamu mülkiyetine geçirilerek, Türkiye toplumu yararına çalıştırılmalıdır. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı dağıtılmalıdır, yargının özelleştirme uygulamalarını iptal ve yürütmeyi durdurma kararları uygulanmalı, ülkenin ekonomik bağımsızlığına kavuşması, ulusal ekonomik politikaların emekçiler çıkarına uygulanması, gelir adaletinin sağlanması, işsizliğin önüne geçilmesi, refahın tüm toplum kesimlerine yayılması için mücadele edilmelidir. Bu hedeflere merkezi planlamaya dayalı, kamu ağırlıklı bir ekonomiyle ulaşılabilir. Ulusal ekonomik politikaların korunması ve geliştirilmesinin itici gücü ise emekçi halktır.

Sonuç olarak küreselleşme emperyalist sistemin içine girdiği krize karşı geliştirdiği yeni birikim ve sömürü modeline uygun olarak ortaya çıkardığı YDD‘nin yalanlara dayalı ideolojisinden başka birşey değildir, insanlığa yıkım, zulüm ve yoksulluktan başka birşey getirmemektedir.

BİLİM VE TEKNOLOJİ

Dünyada sömürü ve talanın boyutları inanılmaz düzeylere ulaştı. Bölgesel, devletlerarası ve bir devletin farklı toplumsal kesimleri arasındaki eşitsizlikler her geçen gün artıyor, çelişkiler daha keskinleşiyor. Bu düzenin sürdürülmesinde ve güçlendirilmesinde, bilim ve teknolojinin önemi artarak devam ediyor.

Bilim ve teknoloji, daha fazla kar etmenin, egemenlik alanlarını genişletmenin, toplumsal ve siyasal direnişleri etkisizleştirmenin hem maddi hem de ideolojik temellerinden biri olarak gittikçe daha çok öne çıkıyor. Türkiye‘de de devlet ve sermaye çevrelerinde bilim ve teknolojinin bu önemi anlaşılmış durumda. Söylem düzeyinde kalan kimi hedefler dışında atılan somut adımlar da var. Ancak bu politikaların önemli iki çelişkisi var. Özellikle 1980‘den sonra IMF ve Dünya Bankası güdümünde uygulanan politikalar ile bu hedeflerin gerçekleştirilme şansı yoktur.

Bu politikaların uygulanması için kullanılabilecek araçlar özelleştirme ile elden çıkarıldı, çıkarılmaya da devam ediyor. Planlama bir tarafa bırakılmış durumda. Devlet, dünyadaki mevcut düzeni koruyan ve güçlendiren uluslararası kurumlara üye oldu ve uluslararası anlaşmalara imza attı.

Bu politikaların bir başka yönü daha var. OECD, Dünya Bankası, NATO, Avrupa Birliği gibi uluslararası örgütler ve TUSİAD, Türkiye Bilişim Vakfı gibi Türkiye‘deki sermaye güçlerinin ekonomik, siyasi ve askeri örgütleri bu politikaların hazırlanmasında önemli ve etkin rollere sahipler.

Bilim ve teknoloji, siyaset ve ideoloji dışı değildir; kendi başına bağımsız bir gerçekliğe ve gelişme çizgisine de sahip değildir. Bilimle demokrasinin gelişmesi de her zaman birbirine koşut olmadı. Kimi zaman kesitlerinde bilimin ve teknolojinin gelişmesi faşist yönetimler altında da sürdü. Bilim ve teknoloji, toplumsal yapı ve ilişkilerle içiçedir. Bu nedenle, özgürlük ve eşitlik mücadelesinde, bilim ve teknoloji politikaları kendi başına ele alınamaz; sanayileşme, özelleştirme, gümrük birliği, uluslararası anlaşmalar, devletin biçimi, sınıflararası güçlerin hepsi bu politikaların oluşturulmasında etkilidir. Özetle, bilim ve teknolojinin toplum yararına kullanılması bir iktidar sorunudur.

Teknoloji sadece teknik ya da makinalar bütünü değil, aksine kendisi ile beraber sosyal bir örgütlenmeyi de beraberinde getiren kapsayıcı bir uygulamadır. Teknoloji transferinin azgelişmiş ülkelerde uygulanmasının kültür emperyalizmine yol açması bu nedenledir. Bilim ve teknolojinin yıllardır toplumsal ihtiyaçlar için değil de, kapitalist kar için kullanılması, doğayı tahrip etti. İnsanlığın kendisine, tarihine ve geleceğine yabancılaşmasına aracılık etti.

Bilim ve teknolojinin kendisi de bu ortamda biçimlendi. Toplum, insan ve doğayı tahrip etmeyen, gerçek gereksinimler için oluşturulacak bilim ve teknoloji politikaları, bilim ve teknolojinin bu mevcut yapısını, üretiliş biçimini de sorgulayan ve eleştiren bir yaklaşımla oluşturulmalıdır. Örneğin, teknoloji politikaları, teknolojiyi, yalnızca üretim araçları ve tekniklerden ibaret tanımlamamalıdır. Üretim bilgi ve becerisi ile üretimi gerçekleştirmek için gerekli kafa ve kol emeğinin örgütlenmesi de teknolojinin alanına girer. Alternatif teknoloji politikaları bu eksende biçimlendirilmelidir. TMMOB, Türkiye‘de kamu yararını gözeten, emek eksenli, bütünlüklü ve gerçekçi bilim ve teknoloji politikalarının hazırlanması ve uygulanmasını amaçlar. Ancak bugünkü koşullarda bunu tek başına yapamayacağının bilincindedir. Bu nedenle emek eksenli sivil toplum örgütleri, diğer demokratik kitle örgütleri ve partilerle işbirliği yapar. Onların mücadelelerine destek verir.

TMMOB, bugünkü koşulların bir sonucu olarak kimi sorumluklarının da farkındadır. Örneğin asıl görevlerinden birinin toplumsal projeler hazırlamak olduğunun farkında olmasına rağmen, dünyadaki ve Türkiye‘deki mevcut koşullar ve dengeler nedeniyle, bu projelerin savunulması, yaygınlaştırılması ve uygulanmasında da önemli görevler almayı kabul eder. TMMOB, bilimsel ve teknolojik gelişmelere karşı tarihsel maddeci bakış açısıyla yaklaşarak, üyelerinin; bilimsel ve teknolojik gelişmelerin iç ve dış dinamiklerini kavramlarını, teknoloji ile ilişkilerini sorgulamalarını, bilim ve teknolojinin bugünkü düzeyinin ideolojik çarpıtmalar için taşıdığı olanakların farkına varmalarını sağlayacak araçların ve ortamların oluşturulması için mücadele eder. TMMOB‘nin kendisi de, hem geniş üye potansiyeli hem de üyelerinin bilim ve teknoloji ile ilişkisi nedeniyle, bilim ve teknolojinin toplumda bu biçimde algılanması için önemli bir araçtır. TMMOB bunu ancak üyeleri ile birlikte başarabileceğini biran bile unutmaz. Bir yandan üyelerinin bilim ve teknolojiyi kendi deneyimleriyle kavramaları, deneyimlerini ve bilgilerini topluma ve örgüte yaymaları için gerekli ortamı oluştururken, diğer yandan da alternatif teknolojilerin farklı politik düzenlerde olanaklılığını üyeleri aracılığıyla topluma göstermek için çabalar. Bilim ve teknolojinin gelişiminde yeni dönem çarpıtılıyor. TMMOB‘nin mücadele ekseni ve talepleri bir yanıyla da bu çarpıtmalara verilen yanıtlar olmalıdır.

Bilim ve teknoloji kapitalist rekabetin ve hırsın cenderesine daha çok giriyor.

Yeni bir çağa girdiğimiz iddia ediliyor. Adı ne olursa, bu çağın en belirleyici özelliğinin bilimsel ve teknolojik gelişmeler olduğu söyleniyor. Bu gelişmelere ayak uyduramayanların merkez ülkeler olarak adlandırılan gelişmiş ülkelerin birer uydusu, domates ve patates kaynağı olacağı propagandası yapılarak toplumda korku ve kuşku yaratılıyor. Bir kez daha Batı‘nın gelişme yol ve yöntemleri reçeteleştirilerek geri bıraktırılmış ülkelere dayatılıyor. Ancak bu savların emperyalist ülkelerin, özellikle de ABD‘nin propagandaları olduğu her geçen gün daha çok anlaşılıyor.

1970‘lerden beri önemli bilimsel ve teknolojik gelişmelerin olduğu yadsınamaz. Ancak bu gelişmeler, kapitalizmin tarihinde ilk defa ortaya çıkmıyor. Birinci Sanayi Devrimi, buhar makinesinin önce sanayiye uygulanması, ardından da demiryolları ve denizyollarında uygulanması ile başlamıştı. Böylece o zamanın en güçlü ve zengin ülkesi olan İngiltere, bir yandan üretimini arttırırken diğer yandan da dünyanın pek çok bölgesini fethetti. İkinci Sanayi Devrimi içten patlamalı motorların keşfi ve sanayiye uygulanması ile başladı. Bu keşfi, diğer alanlardaki, özellikle haberleşme ve iletişimdeki keşifler ve bunların sanayiye uygulanması izledi. Bu dönemin birden fazla güçlü ve zengin ülkeleri arasında kıyasıya rekabet yaşandı. Her iki sanayi devrimi de sermaye ile emek arasında, gelişmiş ülkelerle az gelişmiş ülkeler arasında, ülkelerin kendi içlerinde çatışmaları yok etmek yeri ne daha da arttırdı. Çünkü kapitalist sistemlerde ne toplumsal ihtiyaçlar dikkate alınıyor, ne de insan ve doğa gözetiliyor. Bilim ve teknoloji de insanlık için değil, daha fazla kar için, devletlerin ve çokuluslu şirketlerin rekabet güçlerini yükseltmek için geliştiriliyor. 2000‘in eşiğinde özgün olan, emperyalist ülkeler arasında keskinleşen rekabetin bilim ve teknoloji alanında yansımasıdır. Ticaret, finanş ve iletişim ağlarını eline geçirmek için kıyasıya bir yarış var. Keşif ve yenilik yapamayan yarışta geri kalıyor. 1992 yılında Amerikan ve Japon bilgisayar firmalarının toplam hasılatlarının %60‘lık kısmı son bir yılda geliştirdikleri ürünlerden kaynaklanıyor. Avrupa bilgisayar piyasasının üçte ikisinden fazlası Japon ve Amerikan firmalarının hakimiyetine girmiş durumda. "Bilim çağı", "bilgi çağı" yerine, bilimin, bilginin ve teknolojinin tümüyle esir alındığı bir dönemdeyiz, artık.

Bilim ve teknoloji halktan daha çok uzaklaşıyor.

Çağımızın bilgi çağı olduğu iddia ediliyor. Bu çağda, toplumsal bölünmenin bilgi üreten, kullanan ve ona sahip olanlarla diğerleri arasında yaşanacağı çınlatılıyor. Oysa bilgi, üretici faaliyetler için her zaman temel kaynak olmuştur. Her çağda, her insan için bilgi önemlidir. Bilgi tüketilemez. Varlığını hep korur. Bu nedenle, tüm insanlığın ortak birikimidir.Yeni olan, bilimin endüstrileşmesidir. Bilimin, bilgi üretiminin tekelleştirilmesidir. Çünkü, bilgi tekelleştirildiği ölçüde denetlenebiliyor, maddi değere dönüştürülebiliyor.

Aslında İkinci Dünya Savaşı‘ndan önce de kapitalistler özel sorunları için bilimcileri kullanıyorlardı. Ancak 1930‘lordan sonra emperyalist ülkeler bilimi tümüyle kendi çıkarlarına göre örgütlediler. Bilimsel ürünler metalaştırıldı, endüstriyel ve bilimsel standartlar yükseltildi, patent yasalarıyla endüstriyel üretim denetim altına alındı. Araştırmacılar ve bilimcileri büyük ücretlerle kendi araştırma merkezlerine aldılar. Üniversitelerle işbirliği yapıldı ve üniversitelerin araştırma-geliştirme çalışmaları sanayinin denetimine girdi. Çeşitli örgütlerle bu denetim güçlendirildi. Toplumsal çıkarların yerine kapitalistlerin çıkarları geçirildi. Uzmanlık alanları tümüyle kapitalist sınıfların ve devletlerin çıkarlarına göre çoğaldı, darlaştı. Az gelişmiş ülkelerde başarılı bilimciler ve araştırmacılar emperyalist ülkeler tarafından yüksek ücretlerle transfer edildi. Az gelişmiş ülkelerin bilimcileri kendi ülkelerinin sorunlarına yabancılaştılar. Böylece bilim halktan uzaklaştırıldı. Bilimdışı, metafizik düşüncelerin yayılması kolaylaştı. İdeolojik yönlendirmeler için olanaklar çoğaldı. Halkı ilgilendiren en önemli kararlar, uzmanlar arasındaki tartışmalar olarak gizlendi. Bilimsel ve teknolojik süreçlerle birer sonuç olarak karşı karşıya kalanlar, karar süreçlerinden daha çok uzaklaştılar.

Yeni teknolojiler sermayeye esneklik kazandırıyor.

Dünyanın küreselleştiği dillerinden düşmüyor. Küresel bir dünyanın altyapısı olarak da bilgi teknolojileri gösteriliyor. Dünya ekonomisinin kapitalist ve emperyalist tarzda artan hızda bütünleştiği bir gerçek.Yeni teknolojiler, özellikle bilgi teknolojileri bu bütünleşmeyi olanaklı kılıyor. Gerçek olan, bu bütünleşmenin sermayeye daha çok esneklik kazandırıyor olması, emekçi ve ücretli kesimler için ise yeni bir saldırı anlamına geliyor olmasıdır. Bilgi teknolojilerinin yardımıyla bir üretim sürecinin farklı alt bölümleri uzak mesafelerde gerçekleştirilebilmesiyle, tüm dünyanın ücretlileri de doğrudan rekabete sokuldu. Böylece, uluslararası şirketler, emek ve ücretlerde de büyük esneklik kazandılar. Firmalar, yeni teknolojiler sayesinde , üretim sürecini farklı biçimlerde örgütleyerek işyeri düzeyinde de daha çok esneklik kazandılar. Bilgi teknolojilerindeki son gelişmeler mali sermayenin uluslararası dolaşımında zaman ve hız sorunlarını ortadan kaldırıyor. Böylece, bir ülkeden başka bir ülkeye para aktarımı anına yapılabiliyor. Tüketimin biçimlendirilmesindeki başarı televizyon ve diğer iletişim teknolojileri olmasaydı, asla olamazdı. Tüketimi arttırma ve yönlendirmeye yönelik manipulasyonlara karşı duruşlar sürekli zayıflatılıyor.

Bilgi toplumu bir kandırmacadır.

Yeni dünya düzeni ve küreselleşme rüzgarları etkisinde, son yıllarında "bilgi toplumu", "bilgi çağı" söylemleri, dünyada egemenliğini pekiştiren uluslararası sömürü düzeninin (emperyalizmin) ideolojik egemenliğini göstermektedir. "Bilgi toplumu", "bilişim toplumu", teknolojiyi toplumsal değişmenin kaynağı gören teknolojik determinist bir görüştür. Toplumların gelişmesinin düz bir çizgi izlediği, bilgi toplumunun da bu çizgide mutlaka ulaşılması gereken bir aşama olduğu düşüncesi kabul edilemez. Gerçekte "bilgi toplumu" kavramının karşılığı olarak gösterilecek bir gerçeklik yok. Gerçek olan, ortaya çıkmalarında, mevcut devlet biçimlerinin, kapitalist rekabetin ve sömürünün, silahlanma yarışının önemli bir yer tuttuğu bir kaç teknoloji ve bu teknolojinin bu ilişkiler çerçevesinde kullanımıdır. Sınıfsal, ulusal ve cinsel baskılar teknoloji tarafından ortadan kaldırılamaz. Aksine teknoloji mevcut egemenlik ilişkilerini hem maddi hem de ideolojik olarak güçlendirir. Nitekim, bilgi teknolojilerinin mevcut kullanımları da bunu doğruluyor. Sermaye daha fazla esneklik kazandı. Bilgi teknolojilerinden en çok yararlananlar da emperyalist ülkeler. Kaldı ki, "bilgi toplumu", "bilişim toplumu" aşamalarında oldukları savunulan ülkelerde işsizlik ve yoksulluk arttı. Toplumun dışına itilen, her türlü sosyal haklardan mahrum bırakılanlar çoğaldı. Bu ülkelerin kendi içlerindeki gelir dağılımı daha da bozuldu. Bu ülkelerde, bilginin dağılımında da eşitsizlik var. Herkes aynı oranda bilgili değil. Bilgiye ulaşım da herkese açık değil. Parası olanın, sistem için meşru olanın üstün olduğu bir düzenin sağlamlaştığı gözleniyor. Öte yandan devletler ve firmalar, üretilen ve dağıtılan bilgi üzerinde daha çok denetim kuruyorlar. Bilgi ve deneyimler hala sermayenin sınırlamalarıyla kuşatılmıştır. Bilgi teknolojilerinin kendine özgü riskleri de var. Denetleme ve gözetleme için olağanüstü olanaklara sahipler. Öte yandan, bilgisayarların, insanların karar süreçlerinden dışlanması için kullanıldığı gözleniyor. Azgelişmiş ülkelerin gelişmiş ülkelerin yolunda giderek kalkınamayacakları biliniyor, Bilgi toplumu bu düşüncenin bir başka ambalajla sunulmasıdır. Teknolojinin transferi ve üretilmesi yukarıda söylenen çerçeveler içinde genel politikalardan bağımsız ele alınamaz. "Bilgi toplumu" savunucularının özelleştirmeyi ve tam serbest piyasayı savunmaları, "küreselleşme" sözcüğünü kullanmaları da anlamlıdır.

Mücadele ekseni ve talepler

TMMOB, bilimin ve teknolojinin yeniden halkın olmasını amaçlar. Alternatif bir teknolojinin, yani hiyerarşik ve otoriter olmayan ilişkilere dayanan, insanları yaptıkları işe ve doğaya yabancılaştırmayan, bireyin tüm yeteneklerinin ve yaratıcılığının Önündeki teknik engelleri kaldıran, yenilenebilir kaynaklara yaslanarak doğayı tahrip etmeyen, uzmanların değil üretenlerin ve tüm toplumun denetlediği gerçekten alternatif bir teknolojinin gerçekleşmesi için mücadele eder. Eylem planlarını, politikalarını, sosyalist topluma ulaşma hedefiyle ilişkisini kuran, ütopyaların olanaklılığının halka gösterilmesini küçümsemeyen, dayanışmacı ve demokratik ilişkilerin filizleneceği bir eksende oluşturur.

- Bilgi edinmede toplumsal ve ekonomik eşitlik olmaz ise olmaz koşuldur.

- Bilgi tüm insanlığın ortak malıdır. On binlerce yıllık insanlık tarihinin ortak ürünü olan bilginin bugün tekellerin malı haline getirilmesine, bilginin metalaştırılmasına engel olunmalıdır. Bu anlamda bilgi üzerindeki mülkiyetin temel dayanağı olan bütün patent ve lisans haklan iptal edilmelidir.

- Bilim ve teknoloji insanlık ve toplum içindir. Kapitalist çıkarlar için değildir. Bilim ve teknolojinin kapitalist çıkarlar için kullanımı engellenmelidir. Sermayenin bilginin üretilmesi ve dağıtımı üzerindeki denetimleri kaldırılmalıdır.

- Kapitalist anlayışın dayattığı "özel üniversite" modelinin tersine toplumcu bir üniversite modeli esas alınmalıdır. Üniversitelerin; temel görevlerinden biri olan, en üst düzeyde eğitim yapmak, uzmanlaşmış, bilimsel araştırma yapabilecek bilimsel ve özgür düşünebilme yeteneğine sahip insanlar yetiştirmek prensibi yanı sıra dönüştüreceği topluma ve doğaya yabancılaşmamış bağımsız düşünebilme ve düşüncelerini ifade edebilme özgürlüğüne sahip insanlar yetiştirmesi gereksinimi ihmal edilemez Özgürlükçü, katılımcı, bağımsızlıkçı, eşitlikçi, demokratik bir üniversite de toplumsal ve ekonomik eşitliğin var olduğu bir-ortamda gerçek anlamında hayat bulur.

- "Bilgi toplumu", "bilişim toplumu" gibi teknolojik determinist ve ideolojik stratejiler bir tarafa bırakılmalıdır.

- Bilim ve teknolojinin sınıfsal, cinsel, ulusal, ırksal, bölgesel her türlü egemenlik ilişkisini sürdürmek ve güçlendirmek için kullanılması engellenmelidir.

- İnsanlığa ve doğaya zararlı teknolojiler yasaklanmalıdır.

- Toplumu ilgilendiren kararlar, uzmanlara, bilim insanlarına bırakılamaz.

- Bilgi teknolojileri, bir avuç azınlığın toplumun çoğunluğu üzerindeki egemenliğini pekiştirmek amacıyla insanları fişlemek ve gözetlemek için kullanımı engellenmelidir.

- Bilim ve teknoloji alanındaki sermaye yanlısı, gerici, faşist örgütlenmeler için mücadele edilmelidir.

- Türkiye‘deki bilim ve teknoloji politikalarını uluslararası emperyalist örgütlerin ve yerli sermaye güçlerinin oluşturması engellenmelidir. Bir ülkenin kendi kaynaklarına dayalı teknolojik gelişimi sağlıklı bir toplumun göstergesidir.

- TELETAŞ örneğinde olduğu gibi, teknolojinin yerli olarak geliştirilme olanakları var iken, bu tür kurumların işlevlerini yitirmelerine neden olan özelleştirmeler yoluyla uluslararası tekellere ve yerli işbirlikçilerine satılmaları engellenmelidir. Tam tersine yerli yeni teknolojilerin geliştirilmesi kamusal bir merkezi plan çerçevesinde içinde yaşanılan toplum ve doğaya hizmet edecek şekilde kamusal AR-GE kuruluşları aracılığıyla gerçekleştirilmelidir.

- Bilgi iletişim ağları ve internet üzerindeki çokuluslu şirketlerin denetimi kaldırılmalıdır.

- Yasaların ve kararların bilgisayarlar aracılığıyla otomatik olarak uygulanması engellenmelidir.

- Teknolojinin çalışanların dayanışmasını, özgüvenlerini yok etmesi engellenmelidir.

- Yeni teknolojiler konusunda kamuoyunun aydınlatılması için olanaklar sağlanmalıdır.

- Yeni teknolojilerin üretimde kullanılması ve verimlilik artışı çalışanları işten atmanın mazereti olamaz. İşgücü ihtiyacının teknoloji dolayısıyla azaldığı durumlarda ücretlerde kesinti yapılmadan çalışma saatleri azaltılmalıdır. Bilgi teknolojilerinin sağladığı olanaklarla kapitalistlerin esnek üretim süreçlerini dayatmaktı, üretimin artık tümleşik(entegre) birimlerde gerçekleştirilmesi yerine küçük işletmelerde hatta evlerde yapılır duruma gelmesi tüm insanlığa yönelik bir tehdittir. Bu durumda özel mülkiyet kavramının varlığı yeniden tartışmaya açılmalıdır. Özel mülkiyet kamusal mülkiyete dönüştürülmektedir.

- Bugün bilgi teknolojileri sektörü emekçileri yoğun bir çalışma temposu ile karşı karşıya bırakılmakta, çoğu zaman 12 saati bulan günlük çalışma olağan sayılmaktadır, işçi sınıfının çok uzun zaman önce elde ettiği 8 saatlik işgünü hakkı bilgi teknolojileri sektörü emekçileri için uzak bir geçmişin anısı haline gelmiştir. Bu sektörde 8 saatlik hatta daha da az işgünü saati uygulamasına geçerlilik kazandırılmalıdır.

- Bütün çalışma süresini bilgisayar başında geçiren emekçi sayısında büyük bir artış vardır. Bu emekçilerin karşı karşıya olduğu sorunlar ve meslek hastalıkları ile ilgili kapsamlı çalışmalar yapılmalı ve bilgisayar başında çalışmaktan kaynaklanan tüm hastalıklar ve rahatsızlıkların giderleri ilgili patron tarafından karşılanmalıdır.