Demokrasinin ve Demokrasi Kavramının Gelişimi
I. BÖLÜM TMMOB DEMOKRASİ PROGRAMI
SUNUŞ
TMMOB Demokrasi Kurultayı, 34. Olağan Genel Kurulu‘nda "Yeni Dönem Çalışma Esasları Komisyonu Raporu"nda yer alan bir önerinin kabul edilmesi ile gündeme gelmiş ve gerçekleştirilmiştir. Bu Rapor‘da toplumsal muhalefetin güçlendirilmesi düşüncesi "Ülkemizin en temel sorunu olan Kürt sorununun; demokrasinin Türkiye‘de tüm kurum ve kuralları ile köklü bir şekilde yerleşmesinin ayak bağı olduğu, bu sorunun demokratik yollarla çözülmeyişinden ötürü, sürdürülmekte olan, Güneydoğu‘daki savaş, ülke kaynaklarını tüketmekte olduğu gibi, ülkenin gelecekteki yatırımlarını da ipotek altına almaktadır." biçimindeki ifadelerle açıklanmak istenmiş ve "Ülkemizin can ve mal kaynaklarını içeren ve en değerli varlıklarının tüketimini önlemek amacı ile bu savaşa son vermek için, TMMOB; sivil toplum örgütleri, demokrasi, barış, emek ve özgürlükten yana her kesim ile işbirliği yaparak, onlarla ortak bir şekilde, seçilmişlik özelliği olan temsilcilerden oluşan Demokrasi Kurultayı‘nın düzenlenmesine ve demokratik somut çözümler üretilmesine öncülük etmelidir." denilerek TMMOB‘ye önemli görev ve sorumluluk yüklenmiştir.
Kurultay, emperyalizmin günümüzde aldığı biçim olan "Yeni Dünya Düzeni" ile onun ekonomik altyapısını oluşturan "Küreselleşme" rüzgarlarının estiği, özgürlük ve demokrasi kavramlarının ise, içinin boşaltılmaya ve kapitalizmin yapısal sorunlarının gizlenmeye çalışıldığı bir dönemde gerçekleştirilmiştir. Oysa, kapitalist sistem, kar oranlarındaki düşüş, emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin artması ve dengelerin değişmesi ile aşırı şişkin ve kırılgan bir finans sistemi vb. gibi nedenlerle derinleşen toplumsal bir krizi yaşamaktadır.
Küreselleşme ile bütün dünyayı içine alacak bir serbest ticaret rejimi yaratılacağı iddia edilmiştir. Ancak, bu yöndeki girişimlerin tümü emperyalist ülkelerin çıkarlarını koruyucu yönde olmuştur. Uluslararası ticaretin ve sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi yönünde önemli gelişmelerin ortaya çıkmasına karşın, emeğin hareket serbestliğinin kısıtlanması, ulusal sınırlar içinde tutulmaya çalışılması bu durumun en açık kanıtını oluşturmuştur. Küreselleşmenin savunucuları dünyanın artık ekonomik bütünleşme sürecine girdiğini, eskiden geçerli olan tek yanlı bağımlılık ilişkilerinin ortadan kalktığını, bunun yerini karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin aldığını söylemişlerdir. Yaşananlar ise, söylenenleri doğrulamamıştır. Dünyada tek yanlı bağımlılık ilişkileri değişmeden devam etmektedir ve bu nedenle emperyalizmden bağımsızlık talebi gerçekçi ve haklı bir temele dayanmaktadır. Küreselleşme programının en önemli uygulama hedefleri sosyal devletin tasfiyesi, özelleştirme ve örgütsüz bir toplum yaratmadır. Nasıl ki, daha önce kapitalist süreçte yaşanan liberal, müdahaleci ve günümüzde yaşanan neo-liberal dönemler arasındaki geçişleri sınıf mücadeleleri belirlemiş ise, bu hedefe de ulaşıp ulaşılamayacağını ve küreselleşme programının kaderini sınıf mücadeleleri belirleyecektir. Diğer yandan, küreselleşmenin emeğe karşı başlattığı saldırıların sonuç verdiği, emeğin mevzilerinden geriletildiği günümüz koşullarında sınıf mücadelesinin önemli bir öğretisini oluşturan emeğin uluslararası dayanışması çok daha fazla dikkate alınması gereken bir araç haline gelmiştir.
Türkiye‘deki gelişmeler de uluslararası gelişmelere koşut olmuştur. Küreselleşme programına uyum sağlamak için ilk önemli kararlar 24 Ocak 1980‘de alınmış, piyasa tek düzenleyici güç olarak öne çıkarılmıştır. 1989‘da ise, konvertibiliteye geçilmiş ve böylece uluslararası sermayenin önündeki engelleri kaldırma yönünde önemli bir adım atılmıştır. Uygulamaya konulan özelleştirme, yerli ve yabancı sermayenin pazar olanaklarını geliştirmek, kar oranlarını artırmak yönünde bir işlevi yerine getirmiştir. 1 Ocak 1996‘da Gümrük Birliği‘ne girilmesi ise, uluslararası sermaye ile ilişkilerimizi yeni bir aşamaya getirmiştir. Bugün hedeflenen ve önemli aşamalar kaydedilen işgücü piyasalarının esnekleştirmesi, toplu pazarlık düzeninin ortadan kaldırılması ve sendikaların çökertilmesidir. Bunların sonucu olarak işsizlik yaygınlık kazanmaktadır. TMMOB, bunun içindir ki, demokrasinin tarihi gelişmesini, sosyo-ekonomik koşullara bağımlılığını, sınıf mücadelesi içinde taşıdığı önemi göz önünde tutmuş ve Demokrasi Kurultayı‘nı bu perspektifle ele almıştır. Böylece, demokrasinin soyut bir kavram olarak algılanmasının önüne geçilmeye ve somut bir içerik kazandırılmaya çalışılmıştır. Kuşkusuz, kapitalizmin koşullarında demokrasinin bir sınırlılığı söz konusudur.
Ekonomik gücü elinde bulunduranlar siyasal sistemi denetim altında bulundurmaktadırlar. Dolayısıyla, halkın gerçek yönetici olması bu koşullarda engellenmektedir. Böyle bir değerlendirmeden gerçek demokrasi için mücadele etmeyi gereksiz bulan, teslimiyetçi bir sonuç da çıkarılmamalıdır. İkinci Dünya Savaşı‘ndan sonra sosyalist sistemin güçlü konumunun da etkisiyle, gerçek demokrasi yönünde elde edilen başarıların kapitalist sistemi sosyal devlet politikalarına zorladığı unutulmamalıdır. Bu koşullarda daha fazla özgürlük, hakça paylaşım isteklerini yükseltmek gerçek demokrasi yolunda bir zorunluluktur. Her egemenlik sisteminin kendine özgü bir yönetim biçimi söz konusudur. Toplumsal yapılanmaların yönü ekonomiden siyasete doğru olduğundan her ekonomik yapı kendi sosyo-politik kurumlarını da yaratmıştır.
Günümüzde demokrasiden söz edildiğinde genel olarak Batı‘da geçerli olan siyasal rejimler anlaşılmaktadır. Oysa, halk kesimleri sistemin öngördüğü biçimsel örgütlenme çerçevesi dışında özgüçlerine dayanarak çıkarlarını daha iyi koruyabilecekleri bir rejimi yasama geçirebilmelidir. Bu olanaklarının bulunmadığı yönetimlerde demokrasinin alanı da daraltılmıştır. Çağımızda tüm ülkeler siyasal rejimlerinin demokratikliğinden söz ederler ve bunu anayasalarında açıklarlar. Ancak, demokrasi farklı sınıflar açısından çok değişik anlam ve içerikte bir rejim olarak görüldüğü için, hak ve özgürlükler çoğu zaman kağıt üzerinde kalmakta, sınırlanmakta, hatta açıkça yasaklanabilmekte ve somut olarak yaşanamamaktadır. Önemli olan sözcükler ve kavramlar ile kurumlar kadar, bunları olgulara dönüştüren, yaşama geçiren koşulların ve araçların varlığı ve işlevselliğidir. Sonuç olarak demokrasi sorunu devrimci bir iktidar sorunudur. Demokrasinin sınırlarının emekçi sınıflar açısından genişletilmesi de, emekçilerin siyasal iktidarı da her şeyden önce bundan çıkarı olan tüm sınıfların örgütlü mücadelesiyle sağlanacaktır.
DEMOKRASİNİN VE DEMOKRASİ KAVRAMININ GELİŞİMİ
Toplumlar yaşamın üretimi ve yeniden üretim çerçevesinde örgütlenirler. Bu örgütlenmede sınıfların konumları ve yaratılan değerlerden aldıkları paylar, o sınıfların güçleriyle orantılıdır. Bu güç dengesi o toplumun siyasal düzenini belirler. Siyasal düzen de sınıfların konumlarını ve paylaşımdaki yerlerini kurumsallaştırır. Demokrasi de her şeyden önce bir siyasal düzendir. İktidarı elinde bulunduranlar bir anlamda egemen güçler Demokrasiyi tanımlarken genellikle "Halk egemenliği, eşitlik, özgürlük" gibi formel özellikleri göz önüne alırlar. Oysa bu özellikleri toplumun sosyo- ekonomik koşullarından ve fiili durumdan soyutlayamayız. Her demokrasi toplumun siyasi düzeninin bir şekli olarak özü itibarıyla üretiminin hükmü altındadır. Ve o toplumun üretim ilişkileri tarafından belirlenir. Her egemenlik sisteminin kendisine özgü bir yönetim biçimi vardır. Nasıl ki feodal yapılar ile uyumlu sistemler monarşik rejimleri oluşturmuşsa, kapitalizmle uyumlu siyasal örgütlenmelerde batıda demokrasi olarak gelişmiştir. Hem çok eski hem de çok çağdaş bir kavram olan demokrasinin ilk uygulama örneği eski Yunan sitelerinden özellikle Atina‘da uygulanmıştır. Bu demokrasi toplumun çoğunluğunu oluşturan kölelerin ve yabancıların, bu arada zanaatçıların ve sanatçıların dışında sadece sitelilerin katılımına açık, bir azınlık demokrasisi idi. Yakın çağlarda demokrasi, ekonomik gelişmenin ve sanayileşmenin sonucunda, burjuvazinin, feodal düzenin egemenleri olan soylulara ve kiliseye karşı mücadelesi ile ortaya çıkmıştır. Bu demokrasi burjuva demokrasisi olarak anılmakta ve başlangıcında çocukların günde on sekiz saat çalıştırılabildikleri, işten ayrılanların hapis cezasıyla cezalandırılabildikleri, genel oy hakkı olmayan bir demokrasidir. Ancak toprağa bağlı köylülerin, eşit yurttaş durumuna gelmesine de öncülük etmiştir. 18. yüzyıldan bugüne gelinceye kadar, işçilerle diğer çalışanların mücadeleleri sonucunda örgütlenmeleri ve güçlenmeleri ile birlikte, genel oy hakkı, sekiz saatlik işgünü, hafta sonu tatili, vb., temel demokratik haklara varılıyor. Çalışanların ekonomik haklarının gelişmesi ve özellikle de sosyalist sistemin bu alandaki kazanımları ile birlikte ve 2. Dünya savaşı sonrasında demokrasi anlayışı çalışanlar açısından önce temel hak ve özgürlükler, daha sonra ise ekonomik hak ve özgürlükler ile birlikte asgari bir sınıra kavuşuyor. Yani Demokrasi, bir ülkeden bir ülkeye, aynı ülkede zaman içinde değişen bir düzendir.
Çağımızda tüm ülkeler siyasal rejimlerinin demokratikliğinden söz ederler ve Anayasalarında açıklarlar, ancak demokrasi, çok değişik anlam ve içerikte bir rejim olduğu gibi, çoğu zaman kağıt üzerinde olmaktan öteye gerçeklik ve somutluk göstermemektedir. Önemli olan sözcükler ve kavramlar ile kurumlar değil, bunları olgulara dönüştüren, yaşama geçiren koşulların ve mekanizmaların eylemli olarak varlığı ve işlerliğidir. Demokrasi‘nin hukuksal çerçevesi hep aynı düzeyde kalmamış tarihsel süreç içinde, yönetilenlerin mücadelesiyle bugünkü düzeyine ulaşmıştır. Artık günümüzde insanlığın binlerce yıllık mücadelesinin ürünü olan ve evrensel nitelikte hak ve özgürlükler tanımlayan bir demokrasiden söz etmek olanaklıdır. Bu evrensel ilkeler uluslararası bildirgeler, sözleşmeler, şartlar ve protokollerde yer almıştır. Bu belgelerde demokrasinin "halkın kendi siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel sistemlerini belirlemek için iradesinin özgürce ifadesine; kendi yaşamlarının tüm yönlerine tam katılımına dayandığı" temelinde insana saygı ve hukukun üstünlüğü olduğu belirtilmektedir. Çalışanlar açısından asgari olarak savunulması gereken, uğrunda mücadele edilmesi gereken, ezilenleri koruma, devletin ve yönetenlerin özgürlüklerini yönetilenler lehine sınırlamak için insanlığın binlerce yıl mücadele ettiği bu evrensel değerler, hak ve özgürlüklerdir. Demokrasinin hangi sınırlar içinde uygulandığı, bu sınırların emekçi sınıflar açısından nasıl genişletileceği bu programın alt başlıklarında ele alınmaktadır.
TEMEL İLKELER
CUMHURİYET
Geniş anlamıyla "cumhuriyet", egemenliğin, birden fazla iradeye bağlı olduğu devlet yönetim biçimidir. Dar ve teknik anlamı ile cumhuriyet, yönetenlerin ve özelliklede devlet başkanının seçimle ve belirli bir süre için belirlendiği yönetim biçimidir.
1789 Fransız Devrimi ile ortaya çıkan cumhuriyetin temel ilkesi eşitlik, özgürlük ve kardeşlik eksenine oturtulmuş ve bunlar aynı zamanda insan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi‘nin özünü oluşturmuştur. Ancak günümüzde ülkemiz ve geri bıraktırılmış bir çok ülkede bu anlamdaki cumhuriyet tan iminin içi boşaltılarak, demokratik bir yönetim biçimi olarak empoze edilmektedir. Oysa cumhuriyet rejimi ile yönetilen her devlet, demokratik devlet değildir. Kaldı ki, İngiltere, İsveç, Norveç, Belçika ve Japonya gibi kimi ülkelerde, halkın egemenlerin yetkilerini sınırlaması mücadeleleri çerçevesinde, demokrasinin işlemesi yönetim biçimi cumhuriyet olmadan da gerçekleşmiştir. Ancak Sanayi devrimini yaşamamış ülkelerde ve özellikle emperyalizm çağında böyle bir gelişmenin temelleri ortadan kalkmıştır. Cumhuriyet, demokrasinin ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak bir cumhuriyetin tam demokratik cumhuriyet olabilmesi için, gönüllü birlikteliklerle bir arada bulunan o ülke halklarının tüm kesimlerinin, çoğulcu özgür iradeleri ile katılımcı olarak yönetim ve denetim süreçlerine doğrudan katıldığı, demokrasiyi tüm sivil kurum, kuruluş ve kadroları ile var ettiği ve çok kimlikli, değişik inançlı ve çeşitli kültürlerin bir mozaik oluşturacak şekilde bir arada yaşamasına olanak veren bir devlet yapılanmasının gerçekleştirilmesi gerekir. Ülkemizde de demokrasinin yolu cumhuriyetle açılmıştır. Ancak devlet kavramı kutsal bir niteliğe büründürülerek, devlet erkinin toplumun tüm alanlarını baskı altına alması gerçekleştirildiği için, tam demokratikleşme konusunda başarıya ulaşılamamıştır. Devlet yapısının kutsanması, yüceltilmesi, erk olarak çok güçlü, icraatlarını hukuk düzencelerinin sorgulama ve yargılamasından uzak tutmak veya kaçırmak isteyen bir "derin devlet" anlayışı aslında, nasyonel sosyalizmin ideolojisidir. Biz mimar ve mühendisler, işte topluma dayatılan ve demokrasinin önünde büyük bir engel oluşturan bu kutsal devlet anlayışını reddediyor ve halkın, özgür iradesi ile sivil kurum, kuruluş ve kadrolarını oluşturduğu, olayların akışını belirlediği, laik ve hukukun üstünlüğünün tartışmasız geçerli olduğu, insanlarının sağlık, eğitim ve adalet gibi yaşamsa temel gereksinimlerinin karşılanmasından dolaysız olarak sorumluluk üstlenmiş ve böylesine tam demokratik cumhuriyet rejimi içinde işleyen bir devlet yapılanmasını istiyoruz.
BAĞIMSIZLIK
Bir halkın ülkesindeki gelişmelerde, meydana getirilen maddi ve manevi tüm değerlerin dağıtımında kullanımında söz ve karar sahibi olması, demokrasinin en temel ilkesidir. Ülkelerin diğer ülkelerle ilişkileri içinde bir başkasına ya da bir ülkeler grubuna tabi olması, yurttaşların bir bütün olarak ülkenin yönetimine katılmasının olanaklarını azaltır. Bu nedenle ulus ya da herhangi bir topluluk adına siyasal iktidarı elinde bulunduran bir yönetimin (devletin) bağımsız olması demokrasinin de temel bir ilkesidir. Başka bir deyişle, bağımsız olmayan bir yönetimin demokratik olması olanaksızdır. Yaşadığımız dönemde, devletler arasında bağımlılık ilişkilerini yaratan durumlar eskiden olduğu gibi sadece askeri anlaşmalarla sağlanmamakta, ekonomik, kültürel vb. anlaşmalarla gerçekleştirilmektedir. Böylece bağımlı devlet bağlı olduğu devlete ekonomik çıkarlar karşılığında siyasal ve askeri ödünler vermekte ve ona tamamen bağımlı hale gelmektedir. Öteden beri emperyalizm ve günümüzdeki aşamasında yeni adıyla, yeni dünya düzeni azgelişmiş ülkelere karşı bu politikayı izlemekte ve onları bu alanda kendine bağımlı hale getirmektedir. Ancak ekonomik, kültürel, askeri ve siyasal.alanlarda bağımsızlık olursa tam bağımsızlıktan söz edilebilir. Bu alanlardan birinde bağımlı olan bir devlet tam bağımsız olamaz. Türkiye, Kurtuluş Savaşı‘yla emperyalizme karşı başarılı bir bağımsızlık mücadelesi vermiş, siyasal sistemini değiştirmiş, daha sonra Osmanlı dönemindeki kapitülasyonlara son vermiştir. Ancak bir yandan kapitalist kalkınma yolunun tercihi nedeniyle, bir yandan da bizzat bu gelişme için dahi gerekli olan kırsal alanlardaki feodal ilişkilerin kökten tasfiyesinin aracı niteliğindeki toprak reformunun yapılamamış olması nedeniyle 2. Dünya Savaşı sonrasında, emperyalist sistemle bütünleşme süreci tamamlanmış ve ülkemiz bu sistem içinde hem hammadde kaynakları ve pazar niteliği açısından tam bağımlı bir ülke haline gelmiştir. Ülkemizde iktidarların temel politikalarını emperyalizm ve emperyalizm ile işbirliği içindeki işbirlikçi tekelci burjuvazinin çıkarları belirlemektedir. Bu durum sömürüye dayalı işbirliğinin doğal sonucudur. Bugün hangi parti iktidarda olursa olsun, hükümetler hangi partilerden olursa olsun bu sömürü devam etmektedir. Bağımlılık olgusu, bir dış olgu ve ülke içindeki sınıfların ve sınıflar arası ilişkilerin dışında bir olgu değildir. Emperyalist sistemin ekonomik olarak dayattığı uluslararası iş bölümü, bu iş bölümünden yararlanan egemen sınıfların da politikalarını belirleyici bir rol oynar. Yani, yurttaşların bir bütün olarak kendi geleceklerini belirleme olanaklarının azalması, egemen sınıflar için değil emekçi sınıflar için geçerli bir olgudur. Bir ülkede yaratılan katma değerin dış borç faizlerine, yabancı sermayenin kar transferine ayrılması, maddi hayatın yeniden üretimini, kendini tekrarlayan bir basit yeniden üretim haline getirir; ülkede paylaşılacak değerin azalmasına, iktidar sınıflarının da bu değerlerden emekçi sınıflara daha az pay vermek için baskılarını arttırmasına neden olur. Bu da demokrasinin sınırlarının emekçiler açısından daralması anlamına gelir. İkili anlaşmalar, ünlü haşhaş ekimi olayı, devletin Amerikan üslerini denetleme yetkisinin bile olmaması, NATO‘nun ülke içindeki işçi hareketlerini "dolaylı saldırı" kabul eden politikaları, IMF ve Dünya Bankası‘nın "yapısal uyum programları" bu bağımlılık kavramının örnekleridir.
Türkiye‘de, Çin‘de, Cezayir‘de, Vietnam‘da ve daha birçok ülkede verilen kurtuluş savaşları ve bağımsızlık mücadeleleri, çağımızın önemli bir bölümüne damgasını vurmuştur. Bağımlılık kavramı küreselleşen dünyada daha da önem kazanmıştır. Küreselleşme esas olarak sermayenin uluslararasılaşmasıdır ve bu sermayenin devletler ötesi egemenliğinin perçinlenmesidir. Devletin küçültülmesi de esas olarak uluslararası mali sermayenin hareketlerinin kısıtlanmaması amacını taşımaktadır. Sermaye, fiziki sermaye olmaktan çıkarak, geldiği ülkenin maddi üretimine hiçbir katkı yapmaksızın değer transferi gerçekleştirmektedir. Ulusal devletlerin ekonomi üzerindeki otoritesinin kalkması, politik otoritenin piyasanın gereklerine uyması yeni dünya düzeninin gerekleri arasındadır ve bağımlılık olgusunu arttırmaktadır. Uruguay kararlarıyla, Dünya Ticaret Örgütü‘yle, Çok Taraflı Yatırım Anlaşması‘yla, küreselleşme, en sonunda, gelişmemiş ülkelerin ekonomilerini düzenlemeye, kurallara uymayan davranışları cezalandırmaya kadar giden bir yapıya kavuşmuştur. Bu durum bağımsızlık kavramının geçmişten daha öncelikli olarak gündemimizde yer alması demektir. Günümüzde, bağımlı ekonomiye sahip bir ülkede, hükümete aday olan partilerin, seçmenlerin karşısında belirttikleri ekonomik programları ne olursa olsun, iktidara geldiklerinde uyguladıkları program, borç vereceklerin, yani uluslararası mali sermayenin talepleri çerçevesinde değişmek zorundadır. Son yıllarda değişik parti iktidarlarının programlarının birbirlerine benzer olması bu bağımlılığın bir göstergesidir. Nihayet Susurluk‘ta fotoğrafı netleşen devlet-çete ilişkileri, bir çok NATO ülkesinde ortaya çıkan "gladio" benzeri kontrgerilla uygulamalarıdır. Kontrgerillanın ise ülkemizde emekçi sınıfların mücadelesini işkencelerle, öldürmelerle, kayıplarla nasıl engellemeye çalıştığı 12 Mart darbesinden öncelerine uzanan ve o tarihten beri bilinen bir olgudur. 12 Eylül tezgahının içinde hala faili meçhul kalan cinayetlerin nereden kaynaklandığı Susurluk‘la birlikte, "solcuların komplo teorileri" olmaktan çıkarak geniş halk yığınlarının bilincinde yer etmiştir. Önceleri öğrenci-gençlik hareketlerinin, sonraları doğrudan emekçi sınıfların mücadelesine karşı geliştirilen faşist komando çetelerinin dış güdümlü, dış destekli olduğu, bu çete mensuplarının dış ülkelerde eğitim gördükleri Susurluk filminin bir başka kesitidir ve ülkemizde faşizmin emperyalizmle bütünlüğünü gösteren bir unsurdur. Bağımsızlık bu nedenlerle demokrasinin ayrılmaz hatta yönlendirici öğesidir.
Bağımsızlık için;
1 - Emperyalizm ile her türlü siyasi, askeri, ekonomik bağımlılık ilişkilerine son verilmelidir. Bu doğrultuda bağımsızlığa zarar verecek hiçbir uluslararası anlaşma yapılmamalıdır. Emperyalizme bağımlılığı pekiştiren mali, diplomatik ve askeri anlaşmalar iptal edilmelidir. Ülkemizin bağımsızlığı her şeyin üstünde tutulmalı, yeraltı ve yerüstü tüm kaynakların tek ve gerçek sahibinin ülkemiz halkları olduğu bilinmelidir.
2- Türkiye bütün komşularıyla karşılıklı saldırmazlık anlaşmaları imzalayarak NATO‘dan ve BAB‘dan çekilmelidir. ABD askeri üsleri kapatılmalı ve ikili askeri anlaşmalar iptal edilmelidir.
3- ABD güdümünde gerçekleşen İsrail ile ikili anlaşmalar derhal iptal edilmeli ve Türkiye barış sürecinde Orta Doğu halkları yanında yer almalıdır.
4- Körfez savaşı ittifakından çekilmeli ve Irak‘a karşı yaptırımlara son verilmelidir.
5- Türkiye ve Yunan halkları arasında yaratılmak istenen ve körüklenen düşmanca yaklaşımlar terk edilmelidir.
6- Rum ve Türk halklarının kardeşçe bir arada yaşadığı "Demokratik Kıbrıs" yaratılmaya çalışılmalıdır.
7- Maceracı, yayılmacı ve teslimiyetçi dış politikalara son verilmelidir. Halkları birbirine düşman eden, iç ve dış barışı tehdit eden politikalar yerine halkların kardeşliği, dostluğu ve dayanışmasını geliştiren politikalar esas alınmalıdır. Komşu ülke ve devletlerle dayanışma-dostluk ilişkileri bir üçüncü ülke halkı veya halkları ya da içerdeki gurupların demokratik taleplerinin aleyhinde olmamalıdır.
8- Dünya silah tekellerinin ve içerdeki militarist grupların çıkarlarına hizmet eden silahlanma ve askeri harcamalar kısılmalı ve bu fonlar bayındırlık, eğitim ve sağlık hizmetlerine aktarılmalıdır.
9- Ülkemiz kaynaklarının uluslararası tekellerle işbirliği yapılarak yok pahasına özelleştirme adı altında yağmalanmasına son verilmelidir.
10- Ülke ekonomisinin Avrupa Birliği, IMF, Dünya Bankası, OECD gibi uluslararası kuruluşların güdüm, tavsiye ve denetiminde yönlendirilmesine ve dış borçlanmalara son verilmelidir. Dış ve iç borçlar faizleriyle birlikte reddedilmelidir.
11 - Emeğin serbest dolaşımı talepleri yükseltilmeli, emeğin serbest dolaşımına da izin vermeyen Gümrük Birliği Anlaşması fes edilmelidir.
12- Bağımsızlık için kalkınma bir zorunluluktur ve kalkınma bugün bilim ve teknolojinin halk yararına kullanılması ile sağlanabilir. Sanayileşmeyen bilime önem vermeyen, teknoloji üretemeyen ve bu alanlarda dışa bağımlı bir ülkenin bağımsızlığından söz edilemeyeceği bilinci ile sanayileşme, bilim ve teknolojiye gereken önem verilmeli rant ekonomisine değil üretim ekonomisine yönelik politikalar hayata geçirilmelidir.
13- Birleşmiş Milletler Örgütü‘nde (BM) Güvenlik Konseyi gibi eşitsiz bir organın ortadan kaldırılması için çaba göstermek ve BM‘nin adına uygun olarak, tüm ülkelerin eşit olarak temsil edildiği bir örgüt olmasını sağlamak gereklidir.
LAİKLİK
Laiklik en yalın ifadeyle dinle devletin ayrışmasıdır. Laiklik, "hak" kavramını Tanrı‘ya ait, Tanrısal emirlerin yerine getirilmesi anlamından çıkararak, insana ait, onun hak ve özgürlüğü ile adalet biçiminde yeniden tanımlanmıştır. Devletin örgütlenmesi ve hukukuna ilişkin bir yöntem olan laiklik, gerçekte bir özgürleşme ve. özgürlüklerin korunma temelidir. Dinsel bağ yerine insanlar arası ilişkilerde dünyevi bağın geçirilmesidir. Devletin ‘Tanrısal" emirlerin yerine getirilmesi için değil, insani gereksinimler için, insani bir irade ve denetimle kurumsallaşması, ahlaki referansını insan hak ve özgürlüklerinden almasıdır.
Laiklik din alternatifi bir ideoloji değil, kamu alanının din dışı, her inananın diğeriyle eşit koşullarda ve hukuki güvenceyle ilişkileneceği ve aynı zamanda bireyin ve aklın kendini daha özgür var edebileceği bir yönetim ortamıdır. Bu anlamda müslümanlığın karşıtı değil müslümanların da içinde hareket edeceği bir hukuki normdur. Laiklik açısından din özgürlüğü, herhangi bir dinin kendi doğrultusundan hareketle istediğini yapabilmesi değil, başka inançların hak ve özgürlüklerini ihlal etmemek koşuluyla istediğini yapabilmesi hukukunun sağlanmasıdır. Laik devlet, yurttaşların inanç özgürlüğünü güvence altına alan, inançlar karşısında tarafsız, ideolojisiz, bu anlamda inançsız olmak durumundadır. Devletin toplumsal denetim amacıyla çoğunluk dinini veya mezhebini ayrıcalıklı kılarak azınlık inançlarını dışlaması, yok sayması biçimindeki Türkiye‘de de yaşanan uygulamalar ise laikliğin ihlalidir. Laiklik eğer yüzyıllar boyunca ortaya çıkan kazanımlar sonucunda oluşmamışsa, ele geçirilen iktidar aracılığıyla dayatılan bir yöntem olmuştur. Ancak, laikliğin olmadığı yönetimlerin demokrasiden, temel hak ve özgürlüklerden yoksun olduğu anımsanırsa, laikliğin demokrasinin biçimsel kuralları içerisinde oluşması zaten mümkün olmayacaktır. Diğer yandan, laiklik belli bir din veya mezhebin kamusal düzeni kendi doğrularına göre değiştirmesine karşı önlem alma gereğiyle demokrasinin biçimsel kurallarıyla çatışabilir.Bütün bunlar laikliğin demokrasinin özüyle çelişmesi olarak değil, tersine onu güvenceye almanın gereği olarak görülmelidir. Dolayısıyla, laikliğin bir özgürleşme normu olarak mantıki sonuçlarına ulaştırılması gerekiyor, ki bu da demokrasidir. Türkiye pratiğinde ise, laikliğin gerek tarihsel biçimlenişi gerekse de bugünü açısından oldukça sorunlu bir süreç söz konusudur. Laiklik, cumhuriyetin batının bilimsel, teknik, kültürel ve askeri üstünlüğü karşısında çöken Osmanlı‘nın kendini yeniden var edebilmek, eski gücüne ulaşabilmek için başvurduğu araçlardan birisi olmuştur. Türkiye‘de laiklik dinler arası bir çatışmadan değil, geri kalmışlığa tepki olarak gelişmiştir. Laisizm, Osmanlı mirasının reddi, ümmet yerine ulusun, gelenekçiliğin yerine batı uygarlığı ve rasyonalizmin inşası, özgürleşmeden çok yeniden kurmanın aracı olmuştur. Geçmişten bu radikal kopuş ve yeniden kurmanın toplumsal temelinin zayıflığı nedeniyle merkeziyetçilik ve devletin rolü en uç düzeyde kurumsallaşmıştır. Dolayısıyla, bir dizi olumlu ve olumsuz atılım otoriter bir ortamda gerçekleştirilmiş, böylece toplumun demokratik dinamiklerinin önünü tıkayan kurumsallaşma da ortaya çıkmıştır. Osmanlı‘nın dinsel meşrutiyet aracı laiklikle yer değiştirmiş, geçmişe oranla bir ilerleme yaşanmış, ancak demokratik dönüşüm için kapılar kapalı tutulmuştur. Laikliğin yerleştirilmesini sancılı kılan diğer bir problem ise bizzat islamın, şeriatın totaliter niteliğidir. Laiklik, din işleri ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması iken, şeriat, devlete Tanrı‘nın iradesinin egemen olmasını öngörmektedir. Bu durumda laikliğin yerleşebilmesi için toplumun dünyevileştirilmesi yönünde düzenlemelerin zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Dinsel alanın laikliğin yoğun denetimi altına alınması gerekmektedir. Ancak bu denetimden anlaşılması gereken laikliğin dine egemen olması değil, onu inanç alanında sınırlandırıp, siyaseti dinden özgürleştirmektir.
Laikliğin geliştirilmesi için;
1. Hiç bir din ve inanç devletçe benimsenmemeli ve kayrılmamalıdır.
2- Diyanet İşleri Başkanlığı lağvedilmelidir.
3- Devlet kimsenin dinine karışmamalı, "din" hanesi nüfus cüzdanından çıkarılmalıdır.
4- Temel eğitimde zorunlu din dersleri kaldırılmalı, 8 yıllık temel eğitimin yanı sıra laiklik ve bilimsel eğitim zorunlu hale getirilmelidir.
5- 12 Eylül döneminde devlet ideolojisi olarak kurumsallaştırılan ve günümüzde etkisini sürdüren Türk-İslam İdeolojisi reddedilmelidir.
HUKUK DEVLETİ
Hukuk, sözcük olarak hakkın çoğuludur ve bireylerin devletle ve bireylerin bireylerle olan ilişkilerini düzenleyen ve yaptırımlı kurallar toplamı anlamına gelir. İnsanlar bir arada yaşamanın gereği olarak kurallar koymuşlardır. Devletin tarih alanına çıkışı ile bu kurallar ekonomik ve siyasal gücü elinde bulunduran sınıfların iradelerini, onların gereksinmelerini yansıtan bir nitelik kazanmıştır. Konulan kuralların siyasal iktidarın iradesine göre düzenlenmesi, keyfi bir yönetimin oluşması sonucunu doğurmuştur. İnsanlığın binlerce yıllık mücadelesinin amacı bu keyfi yönetimi sınırlandırmak ve ortadan kaldırmak olmuştur. Böylece yasa devleti ortaya çıkmıştır. 1789 Fransız devrimi bu konuda ve yine insanlar arasında eşitlik kuralının sağlanmasında açılımlar getirmiştir. Sınıflı toplumlardaki anayasa ve yasalar egemen sınıfların hukukunu yansıtır. Anayasa ve devlet olgusu birbirinden ayrı düşünülemez. Anayasa devlete egemen olan sınıfın hukukudur. Dolayısıyla bu hukukun tartışılması devletin sınıfsal niteliğini de tartışmak demektir. Hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu haklan koruyan, tüm davranışlarında hukuk kurallarına uyan, bütün kararlarının, işlemlerinin ve eylemlerinin yargı denetimine tabii olduğu devlet anlamına gelir.
Bugün, hukuk devletinin varlığı bir yana, yasa devletinin bile varlığını kuşkuya düşüren uygulamalar bulunmaktadır. Yargısız infazlar, faili meçhul cinayetler, zorunlu göç ettirmeler bunların başında gelmektedir. Nihayet Susurluk olayında yaşananlar yasa devleti uygulamasının sınırlarını açıklıkla göz önüne sermektedir. Hukuk devletinin dayanakları olan demokratik anayasa ve demokratik yasalar konusu toplumun bütün sınıfları içinde tartışma konusudur. Yargı önündeki ayrıcalıklar, denetlenemeyen kurumlar artık bizzat egemen sınıfların gündeminde yer almaktadır.
Bağımsız Demokratik Hukuk Devletinin Gerçekleşmesi İçin;
1- 1982 Anayasa‘sı yürürlükten kaldırılmalı, bütün demokratik örgütlerin, tüm halk kesimlerinin temsilcilerinin katılımı sağlanıp, sadece devlet ve siyasi partiler için değil, bağımsızlığı ulusal hakları gözeten demokratik bir anayasa hazırlanmalı ve tunun için uğraş verilmelidir.
2- Yasa ve Anayasa değişikliği teklifi sunma ve referandum talebinde bulunma hakkı yalnız meclis üyelerine değil aynı zamanda demokratik kitle örgütlerine ve meşru halk örgütlenmelerine de tanınmalıdır.
3- Milli Güvenlik Kurulu kaldırılmalı, bugüne kadar yapılan toplantı tutanakları ve gizli yönetmeliği açıklanmalıdır.
4- Genelkurmay, Milli Savunma Bakanlığı‘na bağlanmalıdır.
5- Ordu iç güvenlikle ilgili görev üstlenmemeli, Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Yönetmeliği‘nin darbelere yasal zemin olan cumhuriyeti koruma ve kollama bölümü kaldırılmalıdır.
6- D.G.M‘ler kaldırılmalıdır.
7- Siyasi iktidarların yargıya müdahalesi önlenmeli savcı ve yargıç bağımsızlığı sağlanmalıdır.
8- Türk Ceza Kanunu yeniden düzenlenmeli, başta Terörle Mücadele Yasası olmak üzere düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü sınırlayan bütün yasal kural ve uygulamalar kaldırılmalıdır.
9- Hak arama özgürlüğü, yani bütün vatandaşların tek tek ya da topluca, idari, adli ve anayasa yargısına başvurma hakkı sağlanmalı, bu hakkı sınırlayan tüm yasal düzenlemeler ve bu hakkın kullanılmasını caydırıcı uygulamalar iptal edilmelidir.
10- Toplumdaki bireylerin yasalar önünde eşitliğini zedeleyen ve ayrıcalığa olanak tanıyan tüm düzenlemeler (milletvekillerinin "kürsü dokunulmazlığı" dışındaki dokunulmazlıkları, memurların yargılanmasına ilişkin yasa, vb.) iptal edilmelidir.
11- İdarenin bütün kararları ve eylemleri (Yüksek Askeri Şura, Sayıştay, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Kararları, güvenlik örgütlerinin eylemleri, örtülü ödenek harcamaları, uyarma ve kınama cezaları, v.b) yargı denetimine tabi olmalıdır; yargı denetimi "devlet sırrı" gibi gerekçeler de dahil olmak üzere, sınırlanmamalıdır;
12- CMUK uygulamasında bölge ve ceza maddeleri ile getirilen sınırlamalar kaldırılmalı, uygulamalara aykırı davrananların idari ve adli yargı önünde kavuşturulmaları sağlanmalıdır;
13- Etkin ve hızlı bir yargılama sistemi kurulmalıdır.