DÜNYA SU GÜNÜ AÇIKLAMALARI

23.03.2015

Çevre Mühendisleri Odası, Jeoloji Mühendisleri Odası ve Peyzaj Mimarları Odası, 22 Mart Dünya Su Günü dolayısıyla birer basın açıklaması yaptılar.

 ÇMO: DÜNYA SU GÜNÜNDE KURAKLIK TEHLİKESİ

Kuraklığın gölgesinde Dünya Su Günü, nasıl olacaksa...

Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu, 1992 yılında Rio de Janerio‘da düzenlenen BM Çevre ve Kalkınma Konferansı‘nda dünyada suyun giderek artan öneminden dolayı her yıl 22 Mart‘ın "Dünya Su Günü" olarak kutlanmasına karar verdi. 22 Mart 1993 tarihinden bu yana, her yıl farklı temalarla kutlanmaktadır. 

Birleşmiş Milletler ve üye ülkeler bugünü, dünyadaki su kaynakları ile ilgili somut çalışmaları ödüllendirmek ve BM tavsiyelerini uygulamaya ayırmıştır. Her yıl Birleşmiş Milletlerin su alanında çalışmalar yapan farklı bir kuruluşu Dünya Su Günü‘nde yapılacak uluslararası etkinlikleri destekleyip koordine etmektedir.  

Birleşmiş Milletlere üye ülkelerin dışında, içilebilir su kaynakları ve su yaşamını destekleyen bazı sivil toplum kuruluşları da Dünya Su Günü‘nü, çağımızın öncelikli su sorunlarına dikkat çekmek için iyi bir fırsat olarak değerlendirmektedir. Örneğin, Dünya Su Konseyi 1997‘den bu yana her üç yılda bir düzenlediği Dünya Su Forumu ile bir hafta boyunca binlerce katılımcıya ulaşmaktadır. Ayrıca Dünya Su Günü vesilesi ile 2003, 2006, 2009 ve 2012 yıllarında Birleşmiş Milletler Dünya Su Kaynaklarını Geliştirme Raporu yayınlanmıştır.

Su, uzun bir süreden beri harcanmış, yanlış yönetilmiş ve fazla kullanılmıştır. Kuraklığın gazete manşetlerinde geniş yer alıp özellikle dikkatlerimizi çekmesine karşılık, gittikçe fazlalaşan su tüketimimizin uzun vadede yarattığı sorunlar gözden kaçmaktadır. Su kıtlığının işaretlerini her yerde görmek mümkündür. Yeraltı sularının seviyeleri düşmekte, göller küçülmekte, sulak alanlar yok olmaktadır. Nehir yataklarından başka havzalara, tünellerle su aktarılarak hem çevreye zarar veren hem de fevkalade pahalı uygulamalar söz konusu. Dere yataklarının üzerine hidroelektrik santralleri kurulması çalışmaları ısrarla sürdürülüyor. İstanbul‘da 3. Havalimanı ve 3. Köprü, Ankara‘da Atatürk Orman Çiftliği ve Antalya Phaselis‘te olduğu gibi sulak alanlara, kuş göç yollarına, tarımsal ve/veya sit alanlarına inşaatlar yapılıyor. Su sıkıntısı çeken şehirlerde, aynı kısıtlı su kaynağını paylaşmak zorunda kalan şehirlilerle çiftçiler arasındaki rekabet artıyor. Halihazırdaki su kanunu taslağı suyu da bir meta olarak görüp yüzeysel suların uzun süre kiralanmasına izin vermekte ve havzalar arası su aktarımına olanak tanıyor. Ve su uğruna savaş olasılığı, gittikçe daha fazla yüksek sesle dile getiriliyor.  

Kuraklık belirtilerinin yol açtığı kaygıların giderek büyüyüp yaygınlaştığı, ciddi bir kuraklık tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuz bir dönemdeyiz.  Kuraklığı sadece yıllara göre dağılımla ifade etmek ve normal bir süreç olarak dile getirmek doğru değildir. Ormansızlaşma, sulak alanların yok olması, kamu yararından uzak projeler, mikro HES‘lere dayalı bir enerji politikası hiç kuşkusuz olası sorunları perçinlemekte ve şiddetini arttırmaktadır. O nedenle, 80 yıllın en yoğun kuraklığını yaşadığımızı ifade ederek bunun doğal bir süreç olduğunu vurgulamak bilim dışıdır.

3 YANIMIZ DENİZ AMA DERELER GÖLLER KURUYOR. GİDEREK SU FAKİRİ OLUYORUZ!

Türkiye, sanıldığının aksine su zengini bir ülke değildir. Yılda kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 8.000-10.000 m3 olan ülkeler su zengini, 2.000 m3‘den az olanlar su azlığı çeken, 1.000 m3‘ten azı da su fakiri ülkeler arasında kabul edilmektedir. DSİ‘nin verilerine göre ülkemizin tüketilebilir yerüstü ve yeraltı su potansiyeli yılda ortalama toplam 112 milyar m3‘tür ve Türkiye, kişi başına ortalama 1.500 m3 ile su azlığı yaşayan bir ülkedir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2030 yılında ülke nüfusumuzun 100 milyon olacağını öngörmektedir. Mevcut kaynakların tamamının bozulmadan korunduğunu varsaysak bile 2030 yılı için kişi başına düşen kullanılabilir su miktarının 1.000 m3/yıl civarında olacağı söylenebilir.

Avrupa Çevre Ajansı‘nın hazırladığı raporda da 2030 yılında Türkiye‘nin pek çok bölgesinde orta ve yüksek seviyelerde su sıkıntısı yaşanacağına dikkat çekilmektedir. Bu nedenle sanıldığının aksine, Türkiye yakın gelecekte ciddi su sorunları ile karşılaşmaya aday bir ülkedir. 

Tabii bu sayılar, nüfusa göre değerlendirilmiş ve AKP hükümetinin gerek çevre alanındaki bilim dışı çok başlı yönetim anlayışı (Çevre ve Şehircilik ve Orman ve Su İşleri Bakanlıkları) gerekse ormanları, sulak alanları yok eden projeleri kapsamadan hesaplanmıştır.

Bu nedenle, yapılması ön görülen ve yaşam alanlarımızı, sulak alanlarımızı yok edecek olan "akıl almaz projeler" ile 2030‘u dahi göremeden su kıtlığı yaşayacağımız su götürmez bir gerçektir.

Ayrıca Türkiye, su kaynaklarının kıt olduğu bir bölgede Ortadoğu‘da yer almaktadır. 2000‘li yıllardan önce su zengini kabul edilebilecek durumda iken, günümüzde su sıkıntıları yaşayan ülkeler grubuna gerilediği düşünülecek olursa su yönetimindeki yanlışlar, uygulanan su politikaları, artan nüfusla birlikte tüm sektörlerde artan su talebi, küresel iklim değişikliği, su sorununun ne boyutlara geldiğinin önemli göstergesidir. 

SONUÇ ve ÖNERİLER

Yaşam için zorunlu olan su, korunmalı, savunulmalı ve doğru kullanılmalıdır. Asla sadece bir enerji kaynağı veya ticari bir mal olarak görülmemeli, ekolojik sistemin bir parçası olduğu unutulmamalıdır.

Su kaynakları yönetiminde başlıca hedef, alternatifi olmayan doğal bir kaynak olan suyun daha planlı ve ekonomik kullanılması, su kaynaklarını tehdit eden sorunların belirlenmesi ve önlenmesi, su ve suya bağlı ekosistemlerin korunması ve bunlara bağlı olarak sürdürülebilir bir su kaynakları yönetimi sağlanmalıdır.

Ülkemizde suyun kullanımıyla ilgili pek çok çalışma yapılmasına rağmen, yürütülen politika ve uygulamalar, ihtiyaç belirleme aşamasındaki çelişkiler Türkiye‘nin geleceği için ciddi tehlike oluşturmaktadır.

Uzun yıllardır yürütülen yanlış ve hukuksuz uygulamalar, nedeniyle yeraltı ve yer üstü sularımızın kalite ve miktarında ciddi azalmalar ortaya çıkartmaktadır. Buna rağmen, Türkiye‘de henüz tüm tarafların katılımıyla hazırlanmış, kamu yararı gözeten bütüncül bir su politikası ve suyun yönetimiyle ilgili temel ilke ve yöntemlerin çerçevesini belirleyen bir Çerçeve Su Kanunu bulunmamaktadır. Bu ihtiyaç, suyu doğadan bağımsız görmeden, orman alanları, sulak alanları koruyan bir perspektifle biran önce giderilmelidir.   

Türkiye‘de su kaynaklarının etkin ve sürdürülebilir yönetimi için, "Ulusal Su Politikası" oluşturulmalıdır. Türkiye su politikası, Avrupa Birliği su politikaları ve uluslararası su politikalarını dikkate alarak ülke koşullarına uygun olacak şekilde belirlenmelidir. Su kaynakları sorunlarının çözümü için, merkezi yönetimlere bağlı kalmayarak, uzun dönemli politikalar üretilmeli, bu politikalar ve planlar günümüzde olduğu gibi "kişilere", "projelere", "siyasi iktidarlara" göre değiştirilmemelidir.   

 3. Havalimanının yer seçimi yanlıştır. Söz konusu proje İstanbul‘un yaşam alanlarını tüketecek ve başka havzalardan su aktarımı projeleri dahi bu sorunu çözemeyecektir. Gündemde olan, 3. Havalimanı, Kanal İstanbul ve ülkemizde orman ve sulak alanları, dereleri yok edecek tüm projeler durdurulmalı, aklı selim çözümler katılımcı bir anlayışla üretilmelidir.

Çevre mühendisleri, aldıkları formasyon gereği, su yönetimi konusunda uzmandırlar. İçmesuyu ve atıksu arıtımı, çevre teknolojisi, projelendirmesi gibi konularda eğitim gören çevre mühendisleri, ne yazık ki, gerek belediyelerde, İller Bankası‘nda, ilgili bakanlıklarda yeterince istihdam edilmemekte ve İller Bankası‘nın ve bazı belediyelerin arıtma tesisi ihalelerinde yok sayılmaktadır. Bu sorun acilen giderilmeli ve su mühendisi olarak da tabir edilen çevre mühendislerinin çözümün parçası haline getirilmesi sağlanmaldır. 

Teknik alt yapısı güçlü, çevre mühendisi istihdam eden, çevreye, suya dair tüm mevzuatı kendi bünyesinde toplamış, kamu yararı gözeten bir Çevre Bakanlığı acilen kurulmalıdır!

Temiz suya erişimin, sağlık politikasının da temeli olmalıdır. Temiz suya erişemeyen nesillerin, hastalıklarla, sağlık alanındaki maliyetlerle karşı karşıya geleceği gerçektir.

Ciddi önlemler alınmadığı takdirde, Türkiye‘nin su ihtiyacı giderek artacak ve 2030‘u göremeden kişi başına düşen su miktarı kritik sınırın altında olacaktır.

Ülkemizde, bize ve gelecek nesillere kadar yetecek su kaynağı bulunmaktadır. Ancak, bu kaynaklardan yararlanabilmemiz için, koruma alanlarının belirlenmesi, kirliliklere karşı korunması, sürdürülebilir su kullanımı ve yönetimi ile ilgili sağlıklı politikaların üretilmesi gerekmektedir. Doğayı, yaşamı koruyarak kalkınmak mümkündür. 

TMMOB Çevre Mühendisleri Odası

Yönetim Kurulu

 

 

JMO: `SU GELECEĞE KORUNARAK BIRAKILMASI GEREKEN KAMUSAL BİR MİRASTIR`

 

22 Mart Dünya Su Günü, kutlamaların yapılacağı bir gün değil, su kaynaklarımızın ne kadar sınırlı ve sorunlu olduğunu  bir kez daha hatırlayacağımız bir gündür. Kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı ile su kısıtı bulunan ülkeler arasında yer alan Türkiye, ne yazık ki yakın gelecekte  su fakiri bir ülke durumuna gelecektir.

Bu gün, ülkemiz akarsularının büyük çoğunluğu kullanılamayacak düzeyde kirletilmiş, su havzalarımız ve beslenme alanları sanayi ve kentsel yerleşim bölgeleri haline getirilmiş, yeraltısuyu havzalarında su düzeyleri hızla düşmüş, sulak alanlarımız, göllerimiz yok olmaya başlamıştır. Gerçek potansiyeli hala tam doğru olarak ortaya konulamayan ve zaten sınırlı olan su kaynaklarımız bu gün ticari bir meta haline getirilmeye, su kaynaklarının planlanması tamamen ticari çıkarlara göre düşünülerek su kaynaklarımız ve su hizmetleri de hızla özelleştirilmeye  başlanmıştır.

Türkiye`deki son zamanlarda plansız,  kamu yararı göz ardı edilerek ortaya konan HES projeleri sonucunda ülkemizdeki bütün akarsuların her noktası HES`ler için parsellenmiş, bu HES`ler enerji ihtiyacının giderilmesi konusunda önemli bir değer yaratmadığı gibi ekolojik ve kültürel anlamda birçok sorunu da beraberinde getirmiş, çıkarılan su kullanım anlaşması ve benzeri yasa ve yönetmelikler de tamamen suyun ticarileşmesine hizmet etmiştir. Gündemde olan Su Kanunu ile de, su kaynaklarının, hatta su havzalarının özelleştirilmesinin kapsamlı düzenlemesi yapılmıştır.

Sıkça gündeme getirilen su kaynaklarının yönetimi anlayışı, erişilebilir su kaynaklarının kimin yönetim ve denetiminde olacağına, kullanılabilir suyu piyasa ekonomisine bırakma sürecinin planlanmasına hizmet etmemeli; insanlığın ve doğanın ortak malı olan suyun tüm canlılar için temel bir hak olduğu esas alınarak, suyun kamusal bir hizmet olarak planlanması olarak ele alınmalıdır.

Dünya Su Günü, suyun kıt bir kaynak olduğu ve korunması gerekçesiyle  ticarileştirilmesinin gerektiğine toplumun inandırılmak istendiği ve kutlanması gereken bir gün değil;  suyun   geleceğe korunarak bırakılması gereken yaşamsal önemde kamusal bir miras olduğunu bir kez daha öne çıkardığımız bir gün olmalıdır.

TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası olarak, Dünya Su Günü‘nde bir kez daha ifade ediyoruz ki, yaşamsal doğal bir hak olan suyun ticarileştirilmesinden, geleceğimizin satışından vazgeçilmeli; zaten sınırlı ve sorunlu olan sularımızın yönetimi, üretim, kullanım ve korunma aşamalarının tamamı bütüncül ve kamusal bir planlama ile ele alınmalıdır.

Unutulmamalıdır ki,  korunması gereken kamusal bir miras olan suyu ticari bir mal haline getirenler geleceğe karşı sorumlu olacaklardır.  22 Mart 2015

TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası
Yönetim Kurulu

 

 

PEYZAJ MİMARLARI ODASI: "UYARIYORUZ, KURUYACAĞIZ"

 

Birleşmiş Milletlerin Genel Kurul kararıyla 1993 yılından beri her yıl farklı temalarla "Dünya Su Günü" olarak kutlanan 22 Mart tarihi, var olan su kaynaklarımızı her geçen gün kaybettiğimiz gerçeğiyle bizleri yüzleştiriyor. Tıpkı karar vericilerin elinde rant aracı haline getirilen peyzaj alanları gibi, "su" da bizleri mücadeleye çağırıyor. 

 

Bilindiği üzere dünyanın %75`i nehirler, göller, denizler ve okyanuslardan, yani su yüzeylerinden oluşuyor. Yaşamsal faaliyetlerimiz için kullanabildiğimiz tatlı su miktarı ise dünyadaki toplam suyun sadece %4`üne denk geliyor. Bu suların %69`u buzullarda, %30`u yer altında, %1`i ise nehirler ve göller gibi yüzeydeki tatlı su kaynaklarında bulunuyor. Günlük su kullanımımızın neredeyse tamamını bu %1`lik bölümden karşılıyoruz. Ne yazık ki, bu kaynaklarımız da maalesef kirletiliyor, yok ediliyor, ya da bilinçsizce israf ediliyor.

 

Yılda kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı;

- 8.000-10.000 m3 olan ülkeler su zengini, 

- 2.000 m3‘den az olanlar su azlığı çeken, 

- 1.000 m3‘ten az olanlar ise su fakiri ülkeler arasında kabul ediliyor. 

 

DSİ‘nin verilerine göre Türkiye`de kişi başına düşen miktar 1.500 m3. Türkiye İstatistik Kurumu`nun 2030 yılı ön görülerine göre 100 milyon olacak nüfusumuzla birlikte, var olan kaynaklarımızı bugünkü gibi koruduğumuz takdirde kişi başına düşen kullanılabilir su miktarının yılda 1.000 m3 civarında olacağı söylenebilir. Ülke olarak israf ettiğimiz, kirlettiğimiz, yok ettiğimiz su kaynaklarımızı korumaktaki başarısızlığımızın yanında küresel ısınma gibi etkenleri de düşünecek olursak, su fakiri bir ülke olma yolunda emin adımlarla ilerlediğimizi ifade edebiliriz.

 

 

Peyzaj Alanları Tehlike Altında

 

Sulak alanlarımız, kıyılarımız, kırsal alanlarımız, kentlerimiz; ülkemizdeki bütün peyzaj alanları bir bütün olarak saldırı altında. 2014`ün Nisan ayında yayınlanan Sulak Alanlar Yönetmeliği ile şimdiye kadar adı "sulak alan" olan alanlar, yönetmeliğin yayınlandığı tarih itibariyle "ulusal önemdeki sulak alanlar" ve "mahalli önemdeki sulak alanlar" diye nitelendiriliyor. Doğrudan bir ifade ile; belli başlı sulak alanlar kağıt üzerinde "niteliksizleştiriliyor". 

 

Peki, birden ne oldu da sulak alanları ulusal ve mahalli seviyede önem derecelerine göre ayırmamız gerekti? Bunun altında yatan gerçekler oldukça endişe verici. Destekleyeceği yatırımların çevreye etkileri konusunda olmaları gerektiğince katı davranan, bilimi göz ardı etmeyen uluslararası kredi kuruluşlarını ikna edebilmenin yolu, ülkemizde maalesef bu tür suni hukuki dayanaklardan geçiyor. Senenin 107 günü fırtınalı, 65 günü ise yoğun bulutlu olan, dolayısıyla uçuş güvenliği açısından uygun bulunmayan bir yere İstanbul`un 3ncü havaalanı inşa edilmeye çalışılıyor. Daha da önemlisi; çeşitli uluslararası anlaşmalar kapsamında yapılaşmanın yasak olduğu, 2,5 milyon ağacın, 70 sulak alanın, 8 derenin bulunduğu ve İstanbul`un su ihtiyacının büyük bölümünün karşılandığı Terkos, Sazlıdere ve Alibeyköy gölleri içme suyu havzalarını içeren bu sulak alan, "mahalli önemdeki sulak alan" ilan edilebiliyor. İlginçtir, bu mahalli önemdeki sulak alan hala kurutulamıyor. Şu anda bataklık olan zeminin güçlendirilmesi amacıyla halen hafriyat dökme çalışmaları yürütülüyor. Bu nedenle de bir türlü havaalanı inşaatına başlanamıyor. Doğa direniyor.

 

Başımızı ne yana çevirsek doğa katliamı gördüğümüz ülkemizde ekosistemin gözle görülmeyen en önemli parçaları olan havza sınırları, bilimden uzak yöntemlerle planlanan HES`lerle değiştiriliyor. Kaz Dağları`nda siyanürle altın aranması sebebiyle yer altı suları kirleniyor. Ortadoğu`nun en önemli sulak alanlarından birisi olan, yanlış ıslah çalışmalarıyla kurutularak tarım alanı haline getirilen ve önemli bir kuş göç yolu üzerinde olması nedeniyle kuş-uçak çarpışmaları açısından Türkiye‘nin en riskli bölgesi olan Amik Ovası`na beton dökülüyor ve havaalanı yapılıyor. Yapılaşması sırasında açılan davalar ve sunulan tüm bilimsel veriler göz ardı edilerek "Medeniyetlerin Başkenti"ne sürekli sular altında kalan bir havaalanı armağan ediliyor. Kamusal zarara sebebiyet verildiği gibi doğal gen rezerv alanı da tahrip edildiğiyle kalıyor.

 

Ülkemizde su kaynaklarına ve sulak alanlara dair yapılan müdahaleleri sıralamaya kalkınca memleketin her metrekaresinde bu listenin kendisini tekrar edeceğini görüyoruz. Her geçen gün basında yer alan; akan derelerin kuruduğu, çeşmelerden kir aktığına dair haberler felaketin evlerimizde dahi hissedilir olduğunu gösteriyor. Büyükşehirlerde çeşmeden su içip zehirleniyoruz, damacana sulara bağımlı hale getiriliyoruz. 

 

 

Uyarıyoruz, Kuruyacağız.

 

Bilim insanlarınca dünyanın kendi jeolojik evrimi gereği ısınmakta olduğu sık sık ifade ediliyor. Küresel ısınma üzerine gerçekleştirilen çalışmalarda 21. yüzyılın en büyük felaketinin "kuraklık" olacağı belirtiliyor. Ancak artık biliyoruz ki bu süreç insan eliyle de tetikleniyor, hatta hızlandırılıyor. Tüm bu sürecin ve insan yaşamının en önemli parçası olan "su" ise önemli bir tehlikeyle karşı karşıya kalıyor.

 

 

  • Artık yapılan tüm bu uyarılar karar vericiler tarafından dikkate alınmalıdır. Sulak alanlar, sucul rezerv alanlarımız korunmalıdır. Ranta dayalı hamlelerle ülkemizde bulunan su rezervleri tahrip edilmemelidir. 
  • Tarım ve hayvancılık gibi yaşamsal ihtiyaçların sürdürülebilmesi için su kaynakları yok edilmemelidir. 
  • 17 Mayıs 1994 tarih ve 21937 sayılı Resmî Gazete‘de yayınlanan Ramsar Sözleşmesi`nce öngörülen suyun akılcı kullanımını sağlayacak yasal düzenlemeler güçlendirilmelidir. 
  • Yasalarca, sözleşmelerle, tebliğlerle ve dönemsel eylem planlarıyla alınan tedbirleri denetleyecek mekanizmalar içerisine meslek Odaları dâhil edilmelidir.
  • Ulusal Sulak Alan Stratejilerinin hazırlanması, sulak alan koruma bölgelerinin belirlenmesi ve yönetim planlarının hazırlanması için; sulak alanların ekolojik işleyişini değerlendirebilecek, yorumlayabilecek ve planlama yapabilecek düzeyde gerekli bilgi ve deneyime sahip olan Peyzaj Mimarları derhal istihdam edilmelidir.

 

 

Tüm karar vericileri ve yetkilileri değerli bilim insanlarımızın ve bizlerin uyarılarını duymaya, ülkemizin kaynaklarını korumaya ve geliştirmeye davet ediyoruz.

 

Peyzaj Mimarları Odası olarak yaptığımız oldukça insani uyarılarımızın dikkate alınmasını ve su kaynakları üzerindeki tüm müdahalelerin kaldırılmasını talep ediyoruz. Amacı ancak ve ancak ülkesine, kaynaklarına, doğasına sahip çıkmak olan Odamızın her daim siyaset üstü olan mücadelesini desteklemek üzere tüm Peyzaj Mimarı meslektaşlarımızı göreve davet ediyoruz. 

 

 

Saygılarımızla.

 

TMMOB Peyzaj Mimarları Odası
11. Dönem Yönetim Kurulu