ODALARDAN VE İKK’LARDAN 17 AĞUSTOS AÇIKLAMALARI

17.08.2018

Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası, İnşaat Mühendisleri Odası, Jeoloji Mühendisleri Odası, Kimya Mühendisleri Odası, Makina Mühendisleri Odası, Mimarlar Odası, Şehir Plancıları Odası ile TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu ve İzmir İl Koordinasyon Kurulu 17 Ağustos Marmara Depremi'nin yıldönümü dolayısıyla birer basın açıklaması yaptılar.

TMMOB İSTANBUL İKK: İSTANBUL DEPREME HAZIR MI?

TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu, 17 Ağustos 1999 depremine ilişkin 17 Ağustos 2018 tarihinde bir basın toplantısı düzenleyerek "İstanbul Depreme Hazır mı?" sorusuna yanıt aradı.

TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu tarafından, EMO İstanbul Şube Başkanı Erol Celepsoy, İMO İstanbul Şube Başkanı Nusret Suna, MMO İstanbul Şube Başkanı Battal Kılıç, ŞPO İstanbul Şube Sekreteri Akif Burak Atlar ve JMO İstanbul Şube Yönetim Kurulu Üyesi Ramazan Hasret Dilli’nin katılımlarıyla TMMOB’ye bağlı Odalar tarafından hazırlanan "İstanbul Depreme Hazır Mı?" başlıklı açıklamanın kamuoyuna sunumu TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu Sekreteri Cevahir Efe Akçelik tarafından yapıldı.

Açıklama şu şekilde:

İSTANBUL DEPREME HAZIR MI?

Bugün 17 Ağustos 1999’da meydana gelen Kocaeli depreminin, diğer bir deyişle büyük Marmara yıkımının on dokuzuncu yılı. Dünyanın sismik yönden en aktif olan Alp-Himalaya deprem kuşağında bulunan ülkemiz,  Marmara depremi ile etkileri uzun yıllar boyunca sürecek büyük bir acı ve yıkım yaşadı.

14,5 milyon insanın yaşadığı 9 ili etkileyen deprem sonucu 18.373 vatandaşımız ölmüş, 48.901 vatandaşımız yaralanmış, 505 vatandaşımız sakat kalmış, 96.796 konut ve 15.939 işyeri kullanılamaz hale gelmiştir. Merkez üssü İstanbul’a yaklaşık 120 km uzaklıktaki bu depremde İstanbul’da 981 vatandaşımız hayatını kaybetmiş, Avcılar'da 1823 konut ve 326 işyeri kullanılamaz hale gelmiş, İstanbul genelinde yaklaşık 4000 bina ağır hasar görmüştür.

Yapı üretim süreci, mevcut yapı stoku, kentleşme ve imar politikaları, afet sonrası planlamanın eksikliği ve yetersiz mevzuat Türkiye’yi 1999 depremine taşıyan tablonun ana unsurlarını oluşturmuş, ülkemiz 17 Ağustos 1999 ve 12 Kasım 1999’da iki büyük yıkımla karşı karşıya kalmıştır. 1999 depreminden 12 sene sonra meydana gelen Van depreminde yine büyük bir yıkımla yüz yüze gelmemiz ise olumsuzlukların varlığını korumaya devam ettiğinin birinci dereceden kanıtı sayılmalıdır. İşin doğrusu, her 17 Ağustos’ta kamuoyuyla aynı sorunları paylaşıyor olmanın yarattığı kısır döngüyü aşma sorumluluğu, sorunları dile getirenlerin değil, sorunları ortadan kaldırmaya muktedir olanların omuzlarında bulunmaktadır.

Aradan geçen onca yıldan sonra bugün, gerekli derslerin alınarak depreme dayanıklı yapılarda güvenli yaşamların sürdürüldüğü, deprem gerçeğiyle yaşamanın gereklerini yerine getirmiş bir ülke görmek isterdik. Ancak durum bunun tam tersi oldu. AKP iktidarı deprem olgusunu sadece kârlı bir pazar alanı olarak görmektedir. Deprem sonrası oluşan acılar ve korkular suiistimal edilerek “deprem” sözü bu ülkede artık “rant” sözüyle eşanlamlı hale getirilmiştir.

İstanbul nüfusunun büyük bir kısmı 1. derece, önemli bir kısmı da 2. derece deprem bölgesinde yaşamaktadır. Ulaşım yapıları ve köprülerin, dolgu alanlarının ve tarihi eserlerin depremden nasıl etkileneceklerinin belirsiz kalmaya devam etmesi, okul, hastane, yurt gibi yapıların mevcut durumlarındaki belirsizlikler, kentsel dönüşüm projelerindeki yanlışlıklar, su taşkınlarında bile yetersizliği açığa çıkan altyapının sorunları, dere yataklarını bile yerleşime açan imar uygulamaları, imar afları, afet sonrası çalışmaların taşıdığı soru işaretleri ve deprem bilincinin yeterince yaratılamaması, İstanbul’un tahmin edilenden öte yıkıcı bir etki altına gireceğini göstermektedir.

Jeolojik yapısı nedeniyle her zaman yıkıcı depremlerin yaşanabileceği ülkemizde; çarpık kentleşmenin sonucu oluşan yapı stokunun, başta depremini bekleyen İstanbul olmak üzere, ne kadar güvenliksiz olduğu son günlerde arka arkaya çöken binalar ve istinat yapıları ile bir kez daha ortaya çıkmıştır. Deprem görmeden, binalar yıkılıyor, istinat duvarları dağılıyor, yollar göçüyorsa başta sorduğumuz sorunun yanıtı açıktır.

Deprem toplanma alanlarını akıbeti, iktidarın insan hayatını ve deprem tehlikesini değil, rantı önemsediğinin bir diğer göstergesidir. 1999 depreminden sonra belirlenen deprem toplanma alanları üzerine Torun Center, Anthill, Starcity Outlet Center, Zaman Gazetesi Binası, Ağaoğlu My City, Meydan AVM, Onaltı Dokuz, Ora AVM, Forum İstanbul, Kiptaş Ünalan, DAP Royal Center, TOKİ Avrupa Konutları, Capacity AVM, Çınar Olimpia Park Sitesi, Selenium Plaza gibi birçok yapı inşa edilmiştir.

İstanbul’da mevcut toplanma alanlarının sayısı, durumu ve konumu, sağlık malzemelerinin durumu, içme suyu temini, acil durum yollarının akıbeti gibi bilgiler halk ile paylaşılmamaktadır. Bu durum kentin depreme hazırlıksız olduğunun da bir göstergesidir.

İstanbul’da yapı stoku güvenli ve sağlıklı olmaktan uzaktır. Temmuz ayı içerisinde Sütlüce, Sancaktape ve Ümraniye’de peş peşe meydana gelen facialar yapı stokunun durumunu ortaya koyan en sıcak olaylardır. Pek çok yapı kaçak üretilmiştir, ruhsatsızdır ve mühendislik hizmeti almamıştır. Betondan demire kadar yapı malzemeleri nitelikli olmaktan uzaktır. Nitelikli tasarım, uygulama ve denetim ilişkisinden söz etmek mümkün değildir.

1999 büyük Marmara depreminde büyük ölçüde imar aflarının yarattığı sağlıksız yapı stokunun yıkılmasının ağır bedeli topluma ödetilmiştir. Yapıların, hatta mahallelerin yerle bir olması ve yaşanan can kayıpları nedeniyle deprem sonrasında imar afları bugüne kadar gündeme gelmemişken, AKP iktidarı tarafından seçim yatırımı olarak, bütün bu koşullar bilindiği halde yeniden hayatımıza sokulmuştur.

Yeni “imar affı” ve denetimsiz yapılar ile toplumun sağlığını ve can güvenliğini tehlikeye atan kentsel gelişmelere yol açarak doğa olaylarını afete dönüştürecek popülist uygulamalar yeniden ve sınırsız bir şekilde yürürlüğe sokulmaktadır. Oysa topraklarının tamamı depremsellik koşullarında olan Türkiye’de, deprem nedeniyle ortaya çıkan toplumsal ve ekonomik kayıplar, ciddi tedbirler alınmasını gerektirmektedir.

İmar affı; mühendislik hizmeti almadan üretilen sağlıksız yapıların affedilerek mevcudiyetlerinin koruma altına alınması, yapı stokunun iyileştirilme hedefinden uzaklaşmak anlamına gelecek, Sütlüce’dekine benzer yüz binlerce bina, büyük felakete zemin hazırlayacaktır.

17 Ağustos depreminde Kocaeli’nde farklı tesislerde meydana gelen kazalarda, 200 ton susuz amonyak havaya salınmış, 6500 ton akrilonitril havaya, suya ve toprağa karışmıştır. İzmit Körfezi’ne 50 ton dizel yakıtı dökülmüştür.1200 ton kriyojenik sıvı oksijen serbest kalmıştır. TÜPRAŞ petrol rafinerisindeki büyük yangınlar çıkmış (söndürülmesi 4 gün sürmüştür), sıvı petrol gazı sızıntısı ve petrol dökülmesi yaşanmıştır.

Olası bir depremde kimyasallar hala büyük bir tehlike kaynağı olmaya devam etmektedir. Kimyasalların üretim, depolama ve taşıma süreçlerinin oldukça yoğun olduğu, kimya tesislerinin birçoğunun kent ile iç içe geçtiği İstanbul’da, olası bir depremde kimyasallardan kaynaklı felaketleri önlemek amacıyla bütün ilgili kurumların katılımıyla Kentsel Risk Yönetim Raporu ve büyük endüstriyel kazalara yönelik acil durum planları hazırlanarak kamuoyu ile paylaşılmalıdır. 

Depremlere ilk müdahale anında ve sonrası süreçte sürekli ve yeterli elektrik sağlanması ve haberleşme olanaklarının sürdürülmesi; gerek arama-kurtarma, gerek sağlık gerekse farklı disiplinlerin alandaki çalışmalarının organize edilmesi açısından yaşamsal bir öneme sahiptir. Bunun için, kamu kurum ve kuruluşları başta olmak üzere tüm toplumsal ve sivil kuruluşların alternatif enerji ve iletişim kaynakları edinmesi konusunda teşvik edilmesi gerekmektedir. En kötü senaryoyla bütün sistemin çökmesi halinde bile bu yedek sistemin anında devreye alınarak en azından ana arterlerin enerji aktarımına açık tutulması ve bu yolla sağlık, ulaşım, gıda ve barınma merkezlerinin beslenmesi sağlanmalıdır.

Afet-deprem yönetiminde, mutlaka alarm seviyelerinin ve alarm seviyelerine uygun haberleşme hiyerarşisinin belirlenmesi gereklidir. Deprem esnasında sistemler çöktükçe, hangi alarm seviyesinde kimlere grup haberleşmesi, kimlere bireysel haberleşme hakkının verileceği önceden belirlenmeli ki sistemler kilitlenmeden işletime devam edebilsin. Henüz alarm standartlarımız haberleşme açısından tam olarak oturmuş değildir.

Deprem alarmı verilmiş olan kentlerde deprem riskini artıracak eylemlerden kaçınmak gerekir. 100 Günlük Eylem Planı’nda yer alan Kanal İstanbul, yörede insan nüfusunu ve yapılaşmayı artıracak, dolayısıyla da olası bir depremde daha fazla can ve mal kaybının yaşanmasına neden olabilecektir. Özellikle kanalın görece zayıf zeminler içerisine gömülmüş olan kısımları ile Marmara’ya açılan ucunun beklenen depremden çok etkileneceği muhakkaktır. Diğer bir husus da gerek normal gerekse afet zamanında Kanal İstanbul’un İstanbul ile Trakya arasında özellikle ulaşım, tedarik ve ikmal açısından ciddi bir bariyer oluşturacağıdır.

Küçükçekmece Lagünü’nde yapılan sismik yansıma etütleri sonucunda, lagün zemini altındaki yumuşak sedimentin, 5 metre altındaki bölümde doğrultu atımlı 3 aktif fay bulunmuş, bu fayların Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın Çınarcık bölgesin de bulunan kuzey kolu ile birleşen kuzey ve güney yönünde bölgesel bir hat olduğu belirlenmiştir.

Marmara Denizi’nin tabanını; Trakya ve Anadolu kıta sahanlıkları ile ortada Çınarcık Çukurunda ve diğer kırıklar boyunca oluşabilecek depremlerin, kanalın Sazlıdere Barajı’nın kuzeyine kadar önemli derecede etkileyebileceği belirtilmiştir. Büyüklüğü Mw≥ 7 olabilecek depremin kanalı, kanal ağzında (Marmara Denizi) yapılması öngörülen konteyner limanı ve dolgu yapılarak oluşturulacak adaları, Küçükçekmece Gölü’nde ve Sazlıdere Barajı, Şamlar Dere koyunda öngörülen yat limanlarını etkilemesi kaçınılmazdır. Bu konuda MS.557 depremi ile çöküp, batan Bathonea antik kıyı kenti çarpıcı bir örnektir. Bütün bu tesislerde oluşacak deprem tahribatı yeniden yapılanma veya tamir ile giderilebilir. Ancak kanalın ana yapısında ve yat limanlarının temel yapılarında oturma, toptan göçme, kayma ve heyelanlar sonucunda oluşacak deformasyonlar, çatlamalar ile buradan deniz suyu sızmaları önlenemez. Çünkü 400-800 m³/sn’lik bir debi ile nehir gibi (Boğaziçi’ndeki akıntı) akan suyun bir kapak sistemi ile kesilmesi, kanalın kurutulup, çatlakların bulunması ve onarılması mümkün değildir. Esasen çatlaklı ve kırıklı, yer yer alterasyona uğramış kireçtaşı litolojisinden oluşan arazide, kanalda oluşacak çatlaklardan sızacak deniz suyunun yaratacağı yer altı suyu tuzlanmasının boyutları da kestirilemez.

Kanal kazısından ve Küçükçekmece Gölü dip taramasından elde edilecek gereç ile Marmara Denizi’nde yapılması düşünülen adaların deniz tabanında stabilizesinin nasıl sağlanacağı konusu çok önemlidir; bugün bir deniz yapısı: örneğin mendirek dolgusu, deniz suyu derinliği maksimum 20-25 metre olan deniz alanında zorlu detaylı zemin araştırmalarıyla paralel yapılıyor olmasına rağmen yine de yüksek oranda oturma ve toptan göçmeler olabilmektedir, 1. Derece deprem kuşağında yer alan, hatta fay zonu içinden geçen Marmara denizine yapılması düşünülen adalar için ise bu risk kat kat yüksektir. Kandilli Rasathanesi’nin 12 Mart 2018 tarihli açıklamasında belirtilen, beklenen 7.2-7.4’lük Marmara Depremi ve deprem sonrası oluşacak 3 metrelik tsunami dalgalarına dolgu ile oluşturulacak yapay adaların dayanıp dayanamayacağı nasıl bir tepki vereceği çok önemlidir. Marmara Denizi kıyısında yapılması öngörülen konteyner limanı ile adalar, Trakya kıta sahanlığında ve “Kuzey Anadolu Fayı” üstünde yer alacaklardır.

Son olarak 15-20 yılda yapılan bilimsel gözlemler, yeryüzünden çok büyük kütle alınması şeklinde oluşturulan açık maden ocaklarının, yakınlarında ve daha geniş alanlarda depremleri tetiklediği ve çeşitli yıkımlara, can ve mal kayıplarına neden olduğunu göstermiştir. Kanal İstanbul Projesi için kazılarak oluşturulacak bu devasa çukur da yükün kalkması ve gözenek suyu basıncı değişimleri nedeniyle kanal güzergahının yakın çevresindeki yüzey ve yeraltı gerilme davranışları bozulacaktır. Aşırı yüklemelerin depremi tetiklediği bilinmekte olup bu durumun iyi modellenmesi gerekmektedir.

İstanbul ve çevresinin deprem riski giderek artmakta, süre kısalmaktadır. Depreme ve sonuçlarına karşı tedbirlerle ilgili mevzuat tamamlanmalı, denetim, gözetim ve uygulama sisteminin taşıdığı sorumluluğu yerine getirmesi sağlanmalıdır. “Doğanın er ya da geç intikam alacağını” söyleyerek kendi sorumluluklarını gölgelemeye çalışanları, hamaseti kamuoyunu yanıltmak için silah olarak kullananları, kentsel alanları sermaye gruplarına peşkeş çekenleri, su havzalarını, yeşili yok edenleri, “İstanbul’un kalbine hançer gibi gökdelen dikenleri”, kenti insanın değil, sermayenin ihtiyacına göre düzenleyenleri, bilimi ve meslek disiplinlerini önemsizleştirerek kaderciliği yönetim biçimi haline getirenleri tarih, İstanbul dramını yazanlar ve sahneleyenler olarak anacaktır.

TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu

 

TMMOB İZMİR İKK'DAN MEŞALELİ YÜRÜYÜŞ

TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu, Konak Belediyesi, Konak Kent Konseyi ve Karşıyaka Kent Konseyi 16 Ağustos 2018'i 17'sine bağlayan akşam Marmara Depreminin yıldönümü dolayısıyla Kıbrıs Şehitleri Caddesi'ndeki Türkan Saylan Kültür Merkezi önünden Alsancak İskelesi'ne meşaleli yürüyüş gerçekleştirdi.

TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu Sekreteri Melih Yalçın'ın Alsancak İskelesi'nde yaptığı ortak açıklama şöyle:

17 Ağustos Marmara Depreminin ardından 19 yıl geçti. Bizler bu süre içerisinde  deprem gerçeğini unutmadık, unutturmayacağız. 17 Ağustos 1999 Gölcük ve 12 Kasım 1999 Düzce depremleriyle ortaya çıkan her acının yükünü kalbimizde taşıyoruz. Başta merkezi ve yerel düzeyde ülkemizi yönetenler olmak üzere; her kurum, kuruluşun  bu günlerde bu konu hakkında bir kez daha düşünmesini istiyoruz. Deprem gerçeğiyle yüzleşmek, depremlere hazırlıklı olmak ve olası depremleri en az kayıpla atlatmak için önerilerimizi aşağıda sıralıyoruz.

  1. Bugüne kadar bilinen bilgiler ve var olan teknolojilerle fayların bulundukları yerleri bilmek mümkündür. Fakat fay hattının kırılacağı yeri ve fayların üreteceği depremin zaman ve tarihini bilmek mümkün değildir. Bu nedenle zaman kaybetmeden yapılarımızı deprem güvenlikli hale getirmek gerekiyor.
  2. Yaşamış olduğumuz orta büyüklükte bir depremde bile yapılarımızın hasar görmesi ve can kayıplarının ortaya çıkması yapı stokumuzun büyük bir risk altında olduğunu gösteriyor.
  3. Daha güvenli ve yaşanabilir yerleşim yerleri ve yapıların üretilmesi deprem risk yönetiminin temel amaçlarındandır. Bunu sağlamanın en etkili yolu; yerleşim planlarında ana riskleri göz önüne alarak, gerekli düzenlemeleri yapmak için “Deprem Yönetmeliklerini” ödünsüz bir şekilde uygulamak gerekiyor.
  4. Hiç kimse bize 1999 depremlerinden sonra bilgi eksikliğinin olduğunu söyleyemez. Yeni bir “Bina Deprem Yönetmeliği” yayımlandı. Zemin durumunu ve fay hatlarını biliyoruz. Artık “ULUSAL DEPREM STRATEJİSİ VE EYLEM PLANINI-UDSEP 2023″ü güncelleyerek uygulamaya koymak gerekiyor.
  5. Mühendislik biliminin gerekleri dikkate alınarak, yapı tasarım uygulama ve denetim evresinin sağlıklı bir şekilde işletildiği ülkelerde, doğa olaylarının afete dönüşmediği görülmektedir. Bu bağlamda, yapı stokunun oluşturulması evresinde dikkate alınması gereken yer seçimi kararlarından, yapı tasarımına, yapı üretimi ve yapı denetimine kadar, bilimsel ve çağdaş ölçekte bütünlüklü bir yapı üretim düzeni kurulmalıdır.
  6. 1999 depremleri önemli ölçüde can ve mal kayıpları ortaya çıkarmakla kalmamış, çok daha büyük bir tehlikenin henüz yaşanmamış olduğunu ortaya koymuştur. Bu da 1766`yılından bu yana kırılmamış olan fay nedeniyle Marmara Denizi`nin içinde olacak bir depremdir. Bu deprem başta İstanbul olmak üzere Marmara Bölgesini ve çevresini önemli ölçüde etkileyecektir.
  7. 2004 yılında Bayındırlık ve İskân Bakanlığı`nın yapmış olduğu “1. Deprem Şûrası” ve yine 2009 yılında aynı bakanlığın yapmış olduğu “Kentleşme Şûrası’na çok sayıda bilim insanı ve uzman katılmış ve son derece önemli çalışmalar yapılmıştır. Fakat devlet bürokrasisinin sürekli olarak değiştirilmesi ve “LİYAKAT ölçüsüne bağlı kadrolar yerine,” söz dinleyen ve bilgisiz kişilerin göreve getirilmiş olması; “deprem zararlarını azaltmak ve planlı bir kentleşmeyi” sağlamak için hazırlanan raporların uygulama alanı bulamamasına neden olmuştur.
  8. Her yıl çok sayıda mühendislik diploması verilmesine rağmen kaliteli bir mühendislik öğrenimi yapılamamaktadır. Can ve mal güvenliğini sağlayan bir mesleğin insanları olarak; fiziki şartları uygun olmayan, öğretim kadrosu son derece yetersiz olmasına rağmen inşaat mühendisi diploması veren okullar açılmaktadır. Bu anlayışa son verilmelidir.
  9. Her afetten sonra sık sık yapılan “yara sarma” anlayışından kurtulup; bilimin, tekniğin ve aklın gerektirdiği işleri yapmak gerekir. Depremin bir doğa olayı olduğu kabul edilmeli ancak denetimsizliğin neden olduğu olumsuzlukları “kader” gibi değerlendiren yaklaşımlar terk edilmelidir. Bugüne kadar yapılan çalışmalar, deprem öncesi alınacak önlemlerin deprem riskini önemli ölçüde azalttığını ortaya koymaktadır. Sorunu sorun olmaktan çıkaracak olan tek çıkar yol, deprem yaşanmadan önce alınacak önlemlerde saklıdır.
  10. Deprem yaşanmadan önce alınacak önlemler ve parasal harcamalar, deprem yaşandıktan sonra yapılacak düzenleme ve parasal kayıplardan 20 kat daha azdır.
  11. Ruhsatlardan mühendis ve mimarların imzasının kaldırılması mesleğimizin gelişimini engelleyecek, sahteciliğin önü açılacaktır.
  12. Oda ile meslek insanı arasına örülmeye çalışılan duvarlar kaldırılmalı, mühendis ve mimarlardan oda belgesi istenmesine yönelik uygulama güncellenmelidir.
  13. Kentsel dönüşüm konusu; fiziksel, sosyal ve ekonomik yönden çöküntü ve bozulma sürecine girmiş kentsel alanları, içinde yaşayanlar için yaşam kalitesi daha yüksek olacak şekilde, kente kazandırmayı hedefleyen bir plan stratejisidir. Oysa getirilmiş olan “İmar Affı” ile kentsel dönüşüm arasında çelişkili bir durum ortaya çıkmıştır.
  14. Kentsel dönüşüm; parçacı bir anlayışla değil, bütünlüklü kent planlarının bir parçası olarak ele alınmalıdır.
  15. Ne yazık ki var olan yapı stokumuz; deprem başta olmak üzere diğer doğal olaylara karşı hazırlıklı ve güvenli değildir.
  16. Kentlerimiz doğal olan olaylara karşı güvenli olmadığı gibi, doğal olmayan yangın gibi afetlere karşı da güvenli değildir.

Bizler halkımızın can ve mal güvenliğini sağlayacak yapılara kavuşuncaya kadar bu gerçekleri dile getirmeye, bilime ve tekniğe dayalı önerilerimizi bu konuda doğrudan sorumlulukları bulunan merkezi yerel yönetimlere iletmeye devam edeceğiz. Depremleri unutmayacağız, unutturmayacağız.”

TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu

 

HKMO: DEPREM DEĞİL, BİNALAR ÖLDÜRÜR

Türkiye, bulunduğu coğrafi konum itibariyle tektonik plakaların özellikleri açısından aktif deprem kuşağında yer almaktadır. 17 Ağustos 1999’da yaşanan büyük deprem de bunun önemli sonuçlarından biridir. Tarih boyunca bu topraklarda pek çok deprem yaşanmış olsa da 17 Ağustos; toplumumuzda yarattığı travma, can ve mal kayıpları ile hafızalardan silinmeyecek bir etki bıraktığı gibi aradan geçen 19 yıla rağmen hâlâ belleklerde yer almaktadır. 

Merkez üssü Gölcük olmak üzere İzmit, Adapazarı ve İstanbul gibi pek çok yerde hissedilen 7.4 büyüklüğündeki bu deprem sonrasında, pek çok ev ve işyeri yıkılmış, on binlerce can yitirilmiştir. “İnsanları deprem değil, binalar öldürür.” sözünü kanıtlarcasına yerle bir olan pek çok yapı nedeniyle resmi verilere göre 17 bine yakın kişi hayatını kaybetmiş, yaklaşık 285 bin ev ile 42 bin iş yeri kullanılamaz hale gelmiştir.

17 Ağustos bir afet olmaktan öte; kaçak yapılaşmaların, çarpık kentleşmelerin, yaşanılan coğrafya dolayısıyla bir gerçeklik olan depremin görmezden gelinmesinin, alınmayan tedbirlerin, önüne geçilmeyen rantların da doğal bir sonucudur. Dolgu alanı üzerine yapılan yapıların denize gömülmesi, sağlamlaştırılmayan ve kontrolü yapılmayan zeminler üzerine inşa edilen yapıların ve oluşturduğu mahallelerin haritadan silinmesi, doğal bir nedenden çok insan eliyle felaketin geldiğinin izleridir.

Yaşanan tüm bu felaketlere rağmen olası İstanbul depremi başta olmak üzere yaşanabilecek depremlere karşı hâlâ yeterli tedbirlerin alınmaması, geçmişten ders almadan yarını hiçe saydığımızın bir göstergesidir. Her ne kadar depreme dayanıklı bina yapımı konusunda yönetmelikler çıkarılmış olsa da uygulamaya geçirilmeyen düzenlemeler kâğıt üstünde kalmaktan öteye geçememiştir.

2017 yılında TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulunun hazırlamış olduğu İstanbul Deprem Raporu’nda da tekrarlandığı gibi denetimsiz ve ruhsatsız yapıların artması, mühendislik incelemelerinin azaltılması ve hatta yok sayılması, dere yataklarının imara açılması, dolgu alanlarının sayısının artması, deprem gerçeğini yok sayan projelerin hazırlanması ve hayata geçirilmesi, zemin etütlerinin analiz edilmemesi vs. nedenler dolayısıyla olası bir depremde de 17 Ağustos’ta yaşananlara benzer ve belki de daha ağır bir sonuçla karşılaşmak, uzak bir ihtimal olmasa gerek.

Tüm bunlara rağmen Haziran 2018’de Resmî Gazete’de yayımlanarak uygulamaya geçen ve kamuoyunda imar barışı (affı) olarak bilinen düzenleme de deprem riskinin göz ardı edildiğinin bir ispatıdır. Söz konusu düzenleme ile birlikte milyonlarca riskli kaçak yapının resmiyet kazanması ve bir başka rant alanın oluşması gündeme gelmiştir. Düzenleme ile birlikte bu kaçak yapıların depreme dayanıklılığının sorumluluğu yapı malikine bırakılmış ve kamusal bir denetleme-kontrol mekanizması ön görülmemiştir.

Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası olarak gündeme geldiği ilk andan itibaren; ruhsatsız ve kaçak yapıların önünü açan, deprem riskini yok sayan bu düzenlemeye kamu kurumu niteliğinde bir meslek kuruluşu olarak defaten neden karşı olduğumuzu anlattık. Buna karşın uygulanmaya başlanan imar affının özellikle riskli yapılar açısından denetim ayağının eksikliği, deprem kuşağında yer alan bir ülke olmamız dolaysıyla bizleri bir kez daha endişelendirmektedir.

17 Ağustos gibi Türkiye tarihinin en büyük felaketlerinden birinin yıldönümünde bir kez daha depreme karşı bilinçli bir toplum olmamız gerektiğini, bunun yolunun da depreme dayanıklı binalar inşa etmek, depreme dayanıklılığı olmayan binalara karşı yaptırımlar uygulamak olduğunu yinelemek istiyoruz.

 

TMMOB
Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası

 

 

İMO: 17 AĞUSTOS DEPREMİNİN 19. YILINDA DEPREME HAZIR MIYIZ?

DEPREMİN KENDİSİ BİR DOĞA OLAYIDIR

DEPREMİN AFETE DÖNÜŞMESİ DAHA ÇOK  İNSANLAR ELİYLE YARATILMAKTADIR! BU NEDENLE DEPREMLERDE ORTAYA ÇIKAN CAN VE MAL KAYIPLARINI KADERE BAĞLAMAK DOĞRU DEĞİLDİR!

Ülke tarihimizin en büyük ve sonuçları itibariyle en acı depremlerinden biri olan Doğu Marmara depreminin üzerinden 19 yıl geçti. Bu depremde; binlerce insanımız toprak altında kaldı, binlerce insanımız yaralandı. Yapıların %6`sı, yerle bir oldu, %7`si ağır hasar aldı ,%12`si  de orta ölçekte hasar gördü. Yani yapılarımızın %25`i, kullanılamaz hale geldi. 16 milyar dolardan fazla ekonomik kayıp ortaya çıktı.

Daha sonra da birçok deprem yaşadık! İnşaat Mühendisleri Odası olarak deprem gerçeğini unutmadık, unutmayacağız. 17 Ağustos 1999 Gölcük, 12 Kasım 1999 Düzce depremleri ve daha sonra yaşadığımız depremlerde ortaya çıkan her acının yükünü kalbimizde taşıyoruz. "GÜVENLİ YAPI ÜRETİMİNİN ASIL UNSURU OLAN BİR MESLEK ODASI OLARAK"; başta yerel ve merkezi düzeyde ülkemizi yönetenler olmak üzere; her kurum, kuruluş ve imza sorumluluğunu üzerinde taşıyan her insanın bu günlerde bir kez daha oturup düşünmesini istiyoruz.

YAPI STOKUMUZ YENİ BİR DEPREME VE BAŞKA DOĞA OLAYLARINA KARŞI HAZIR MI?

İnşaat mühendisliği, yer altında ve yer üstünde güvenli ve sağlıklı yapı üretebilen ve bunu örnek uygulamalarla kanıtlayan bir bilim dalıdır. İnşaat mühendislerinin görevi sadece güvenli yapılar üretmek değildir. İnsanlarımızın sağlıklı ve güvenli bir çevrede, yaşanabilir bir çevrede yaşamalarını sağlamak gibi bir görevi de var.

Türkiye, bir deprem ülkesidir. Bir doğa olayı olan depremin afete dönüşmesi ve bu durumun bir türlü önlenememesi sorunun ana kaynağını oluşturuyor. İzlenmesi gereken tek yol, yapıların; mesleki derinliği olan, ahlakı ve etik anlayışı yüksek meslek insanları tarafından planlanması, tasarlanması, uygulanması ve denetlenmesidir. Açıkçası, kentleşme bilimine uygun olarak tasarlanan yapıların, "Deprem Yönetmeliklerine" uygun olarak tasarlanması ve üretilmesinin sağlanmasıdır. Ayrıca standartlara uygun malzemeler kullanılarak, etkili bir denetim mekanizmasının yapı üretim sürecinin önemli bir parçası olduğunun kavranmasıdır.

Bugünlerde ülkemizin farklı farklı yerlerinde sel ve su taşkınları oluyor. Bu sel ve su taşkınları dün oluyordu, bugün ve yarın da olacak. Bu tür doğa olaylarının olabileceğini öngörmek için, tarihi kaynaklara bakmak ve bu kaynaklardan ders çıkarmak yeterlidir. Çıkaracağınız derslerle kentleşme planlarını uygun olarak yapı stokunuzu oluşturmak gerekiyor. Nerelere yapı yapılmaması gerektiğini, bazı yapıların yapılması zorunlu ise (köprü gibi), tasarımlarınızı bilimin ve bilginin gereklerine göre yapmanız gerekiyor.

İstanbul`u, Ankara`yı, Bursa`yı, Antalya`yı ve Tekirdağ`ı zaman zaman sel ve dere taşkınları önemli ölçüde etkiliyor. Son günlerde Rize, Ordu ve Giresun sel ve dere taşkınlarından nasibini aldı! Bu olaylar doğanın kendisinden aldıklarınızı doğanın geri alması olayıdır!

Kentleşme ve imar konularında yapılan "rant odaklı" uygulamalar; doğal ve öngörülebilir olan deprem ve su taşkınlarını afete dönüştürüyor! Can kayıpları olmasa da ciddi ölçüde mal ve ekonomik kayıplar ortaya çıkıyor.

Yapı stokumuzun durumuna baktığımızda doğa olayları karşısında son derece zayıf olduklarını söyleyebiliriz. Bugüne kadar yaşadığımız deprem ve diğer doğa olayları "tarihsel sürecin günümüze kadar taşıdığı öngörülebilir"  olaylardı! Bu yaşananlar bizleri şaşırtmıyor! Ne yazık ki yaşadıklarımızın sonuçları da oldukça ağır oluyor!

ÜLKEMİZİN DEPREMSELLİĞİ VE 17 AĞUSTOS 1999 GÖLCÜK DEPREMİ

17 Ağustos 1999 Depremi, ortaya çıkan can ve mal kayıpları bakımından bir "MİLAT" olarak kabul edildi. Ülkemizin en doğusundan en batısına, en güneyinden en kuzeyine kadar, uzak veya yakın ölçekte her aileyi etkiledi. Ayrıca genel olarak kırsal alanlarda yaşanan deprem yıkımlarının dışında, "Bir Kent Depremi" olarak kayıtlardaki yerini almış oldu.

"Kuzey Anadolu Fay Hattı" olarak bilinen ve zaman zaman ters istikamette yürüyen fay hattı, dünyanın en tehlikeli faylarından biridir. Bingöl ilimizin Karlıova ilçesinden başlayıp Marmara Denizi`ne uzanan, oradan da Yunanistan`a geçen bir fay hattıdır. Bu fayın herhangi bir yerinde oluşan kırılma, bir deprem olarak etkisini göstermektedir. Ayrıca bu fay hattında oluşan her deprem, başka bir depremin habercisi olarak fay hattı üzerinde veya yakınında bulunan kentleri büyük ölçüde etkiliyor. Bu nedenle büyüklüğü 7,4 olan 17 Ağustos Gölcük merkezli deprem; başta İstanbul olmak üzere çevre illeri büyük ölçüde etkilemiştir. En büyük can kayıpları Kocaeli, Sakarya ve Yalova`da ortaya çıkmış, yaklaşık 16 ilimiz bu depremden etkilenmiştir.

İstanbul`un Marmara Denizi içerisinde olmasını beklediğimiz 7 ve üzeri büyüklükteki  depremde Kocaeli, Sakarya, Tekirdağ, Bursa, Çanakkale, Balıkesir illeri başta olmak üzere birçok ilimizi etkileyecektir.

Kuzey Anadolu Fay Hattı`nın ürettiği tarihsel depremlere baktığımızda; yaklaşık olarak 250 yıllık dönemlere denk gelen 7 ve üzeri büyüklükte  depremlerin olduğunu görüyoruz. 1766 Depremini dikkate aldığımızda 250 yıllık periyoda ulaşıldığı anlaşılmaktadır. 17 Ağustos 1999 Depremi ile birlikte bu sürenin artı/eksi 30 yıl olarak hesaplandığı ve beklenen depremin olma olasılığının %63 olduğu öngörülmektedir. Yine İstanbul`un yaşadığı ve küçük kıyamet olarak bilinen 1509 Depremi ile 1766 Depremi arasında 257 yıllık bir dönemin olduğu deprem kayıtlarındaki yerini almıştır. Ayrıca 1894 yılında İstanbul`un yaşadığı ve Kapalı Çarşının yandığı önemli bir deprem var!

Tarihsel süreç içerisinde Anadolu coğrafyası sayısız depremler yaşamış olmasına rağmen, 17 Ağustos 1999 Depremine, yeni bir durummuş gibi, hazırlıksız olarak yakalanmış olmak, başlı başına bir sorun olarak karşımıza çıkmıştır. 1999 yılına kadar yapı stokumuzu oluşturan anlayışın pek bir işe yaramadığı acı bir tecrübeyle görüldü. Oysaki depremle ilgili olarak ülkemizin tarihinde "MİLAT OLABİLECEK" 1939 Erzincan Depremi var. Bu depremde 32 binden fazla insanımızın hayatını kaybettiği unutulmuştu. 1966 Varto depremi, 1967 Adapazarı, 1970 Kütahya-Gediz, 1971 Bingöl, 1973 Elazığ, 1976 Çaldıran-Muradiye, 1983 Erzurum-Ilıca, 1992 Erzincan, 1995 Dinar ve 1998 Adana Ceyhan Depremleri var. Peki, 17 Ağustos 1999 Gölcük Merkezli Depremle, 12 Kasım 1999 Düzce Depremleri bir milat oldu mu? Bu sefer ders alındı mı?

1999 Gölcük ve Düzce Depremlerinin ortaya çıkardığı can kayıpları ve büyük ölçekli ekonomik kayıplar, her kurum ve kuruluşun konuyu yeniden düşünmesine neden oldu. Bu kapsamda yapı denetimi, nitelikli mühendislik eğitimi, mühendislik hizmetlerinin kalitesinin yükseltilmesi ve ilgili mevzuatların ülke gündeminin ilk sırasında kendisine yer bulduğu söylenebilir. Yapı üretim süreci bileşenlerinin görev ve sorumlulukları,  deprem öncesi, deprem sırası ve deprem sonrasında nelerin yapılması gerektiğine dair pek çok bilinmez, sorun olarak varlığını yeniden ortaya koydu! Yapı güvenliğinin sağlanması için yapılması gereken uygulamalarla, yeni bir "AFET" bilincinin oluşturulması konusu, geniş bir çerçevede tartışılmaya başlandı.

En azından İnşaat Mühendisleri Odası; deprem ve güvenli yapı üretilmesi konusuna, farklı boyutlarıyla geniş bir pencereden bakarak, sorunların kaynağını ve çözüm yollarını ortaya koydu.

1999 depremleri, %25 mertebesinde yapı stokunun kullanılmaz hale gelmesine neden oldu. Kaçak olarak yapılan yapılarla mühendislik hizmeti almadan üretilen yapıların oldukça fazla olduğu gözler önüne serildi.

Depremden sonra görüldü ki, sorun sadece önlenemez veya önlenmeyen göç ve bunun getirdiği gecekondulaşmayla açıklanamayacak kadar büyük. Kaçak yapılaşmanın olağan sayıldığı ülkemizde, ağır hasarlı binaların arasında devlet daireleri, hastane ve okulların da bulunması; sorunun sadece bir imar sorunu değil, daha farklı boyutlarının olduğunu da açıkça ortaya koydu.

İnşaat Mühendisleri Odası`na göre temel sorun; plansızlık, çarpık kentleşme, yapı üretim sürecinin ve mesleki uygulamaların niteliksiz olması ve yapı üretiminin yetersizliği veya hiç olmamasından kaynaklanıyordu.

Sorun, depremin kendisi değil doğurmuş olduğu sonuçlardır.

Üstelik ülkemizde binaların yıkılması için artık deprem bile gerekmiyordu. Yapılarımız hiçbir dış etken olmadan bile yıkılıyordu. İlgili idaresinden ruhsat alarak resmi bir şantiye şefi sorumluluğunda inşa edilen yapıların aynı zamanda bir yapı denetim kuruluşu tarafından denetlenmesi gerekiyordu.

Beyoğlu-Sütlüce`de bulunan şantiyede meydana gelen yıkım ve henüz imalat aşamasındaki inşaatlardan gelen çökme haberleri, bugün bile imalat ve denetim mekanizmalarının etkili çalışmadığını ve sistemin hala doğru işlemediğini ortaya koymaktadır. 

ŞANTİYE ŞEFLİĞİ, YAPI RUHSATLARINDAN MÜHENDİS VE MİMARLARIN İMZASININ KALDIRILMASI VE YAPI DENETİMİ

Bir doğa olayı olan depremin doğal afete dönüşmesini önlemenin yolu, planlama-kentleşme, tasarım, uygulama ve yapı denetim sisteminin sağlıklı bir şekilde işlemesinden geçmektedir. Depremle ilgili hemen her konunun ayrı bir önemi bulunmaktadır. Ancak yapı denetimine ayrı bir vurgu yapılması zorunluluktur. Çünkü yapı denetimi, güvenli yapıların üretilmesini sağlayacak ve gelecekte aynı sorunların ortaya çıkmasını önleyecektir.

17 Ağustos 1999 Gölcük Merkezli deprem ve 12 Kasım Düzce Merkezli Depremler; yapı stokunun kaçak ve mühendislik hizmeti almadan üretilmiş olduğunu ortaya çıkarmıştır. Dolayısıyla tartışmalar daha çok bu eksende yürütülmüş, sağlıklı ve yaşanabilir kentlerin yaratılması için oldukça fazla çalışmalar yapılmıştır.

Yapı denetim sorununu çözmek için atılan ilk adım 10 Nisan 2000 tarihindeyürürlüğe giren "595 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname"dir. Ayrıca bu kararname ile birlikte çıkarılan "601 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname" de; mühendis ve mimarların mesleklerini yapabilmeleri için diploma almanın ön şart olduğunu, temel şartın ise Meslek Odalarından  "sertifika" almanın zorunlu olması gerektiğini ortaya koymuştur. Ne yazık ki her iki kararname de bir süre sonra ortadan kaldırılmıştır.

 29.06.2001 tarihinde yürürlüğe giren ve hâlâ uygulamada olan 4708 sayılı Yapı Denetimi Hakkındaki Kanun da beklentileri karşılayamamıştır. Üstelik bu yasa 595 sayılı Yapı Denetim Kararnamesinin bile gerisinde kalmıştır.
 İnşaat ve yapı sektörünün işleyişini ve sorunlarını tam olarak çözemeyen, ilgili kurumlara, üniversitelere, meslek odalarına danışılmadan alelacele hazırlanan kanun, sorunu çözmek bir yana kendisi sorun olarak gündemdeki yerini almıştır. Yıllar yılı ekonomi ve siyasetin en büyük finans kaynaklarından olan inşaat sektöründeki payın bölüşülmesi kimsenin işine gelmezken, tüm sorumluluk tek başına, üstelik hiçbir yaptırım gücü olmayan yapı denetim kuruluşları ile mühendis ve mimarların üzerinde bırakılmıştır.

4708 sayılı Yapı Denetim Yasası`nın Genel Gerekçe bölümü, sorun ve çözüm bağlamında doğru bir felsefi yaklaşıma sahiptir. Ancak bu durum, yasanın içeriği ile denk düşmemiştir. Anlaşılmıştır ki yasanın genel gerekçesini yazanlarla yasayı çıkaranlar konuyu farklı algılamışlardır. Doğru bir noktadan hareket etmek, doğru yere ulaşma anlamına gelmemiş, yasa yapıcı, yasanın etki alanını daraltarak, muafiyet sınırlarının genişletilmesini sağlayıcı düzenlemelere imza atmıştır.

Yapı üretim sürecinin önemli bir parçası olması gereken "Şantiye Şefliği" konusu da; çözümün değil, sorunun bir parçası olmuştur. Farklı meslek disiplinleri ve uzmanlık alanları dikkate alınmadan şantiye şeflerinin görevlendirilmesi bilime ve bilgiye aykırıdır. Ayrıca bir şantiye şefinin 30.000 m2`ye kadar 5 inşaatın şantiye şefliğini yapmış olması doğru değildir. Şantiye şefliği inşaatın her şeyinden sorumlu olması gereken bir iştir. Öyle ki şantiyeden hiç ayrılmaması gereken bir görevdir. Buna rağmen 5 ayrı işin şantiye şefliğini bir mühendisin yapma şansı yoktur.

Yine, yakın bir zaman önce "Ruhsatlardan Mühendis ve Mimarların" imzalarınınkaldırılmış olması, sahteciliğe çağrı yapmak, mühendis ve mimarları yok saymaktır. Bu durum; mesleki yetkinliği ve meslek insanlarının gelişmesini zaafa uğratacaktır.

Açıktır ki, Yapı Denetim Yasası`nda gerekli değişiklikler, ihtiyaç duyulan düzenlemeler yapılmaz ise, on yıl sonra aynı sorunlarla karşı karşıya kalınacak, olası bir depremde başta kamu binaları olmak üzere konutlar, işyerleri ağır hasar görecek, çok sayıda bina yıkılacak, can ve mal kayıpları yaşanacaktır.

PLANLAMA YAPILAŞMA VE KENTSEL DÖNÜŞÜM

Nasıl ki 1999 depremleri yapı imalatı dinamiklerinin değişmesi ve yapı denetim sisteminin kurulması için bir milat olarak kabul edildiyse, 2011 Van Depremi de "Kentsel Dönüşüm" için milat olarak kabul edildi.

2011 yılında yaşanan Van depremine kadar büyük tepki alan kentsel dönüşüm proje ve uygulamaları, 2012 yılında 6306 Sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Kanunu ile yasalaştı.

Hafif hasarla atlatılması gereken depremlerde dahi yapıların kullanılamaz hale gelmesi ve can kayıplarına yol açması, mevcut yapılardaki tehlikenin boyutunu gözler önüne sermektedir. Ülkemizde yaklaşık yirmi milyon yapı bulunmakta, ancak bu yapı stokunun ayrıntılı bir envanteri çıkarılmadığı için depremlerde bir bütün olarak bu yapıların nasıl bir davranış gösterecekleri bilinmemektedir. Bilinen, mevcut binaların % 67`sinin ruhsatsız, % 60`ının 20 yaşından büyük olduğudur.

Bu veriler, kentsel dönüşüm projelerinin meşrulaştırılmasını ve kabul edilebilirliğini sağlamış, uygulamalar başlamıştır.

Depreme karşı kentlerimizi, binalarımızı hazır hale getirmek iddiasıyla başlatılan kentsel dönüşüm projelerinin bu amaca ne kadar hizmet ettiği tartışmalı olmakla birlikte, kamu binalarının akıbeti ise belirsizliğini korumaktadır. "Riskli alan", "riskli yapı" belirlenmesindeki adaletsizlik, keyfilik ve hukuksuzluk mağduriyetler ve hak kayıplarına yol açmaktadır. Depreme karşı yapı stokunu güvenli hale getirmek iddiasıyla başlatılan kentsel dönüşüm uygulamaları, yeni sorun alanları yaratmaktadır.

Daire alanlarının küçülmesi kat sayısı ve daire sayısının artmasına neden olmakta, aynı sokak ve mahallenin altyapısı aynı kalmasına rağmen aile sayısı ve nüfusun artması kentin demografik yapısını bozarak fiziksel eşikleri zorlamakta, yeni trafik ve alt yapı sorunları yaratmaktadır.

Kentsel dönüşüm projeleri kentsel "RANTIN" en yüksek olduğu bölgelerden başlamıştır.

Parsel ölçeğindeki yenileme uygulamalarında ise açıkça görülmektedir ki dönüşüm, müteahhit firmalar ve mülk sahipleri için beklenen cazibeyi yaratabildiği koşullarda akıcılık kazanmakta ve uygulanmaktadır.

Taraflar açısından beklentileri optimum kılacak koşullar gelişmedikçe yapılar yenilenmemekte, uygulamalar müteahhitlerin insafına terk edilmekten öteye gidememektedir. Bütünlüklü bir planlama yerine parçacı bir anlayışla yapılar yıkılıp yeniden yapılmakta, kentlerin teknik ve sosyal altyapı sorunları ile birlikte iyileştirilmesi olanağını ortadan kaldırmaktadır. Bu durum, kentlerimizin yeni afetlere açık hale getirmektedir.

Bugünkü kentsel dönüşüm yasası ve var olan mevzuatlar; kentsel dönüşüm uygulamaları için temel beklenti olan, sağlıklı ve yaşanabilir bir çevrede, güvenli yapılarda oturmak anlayışını karşılayamamıştır.

YIK-YAP anlayışı kentsel dönüşümün temel bir mantığı olarak karşımıza çıkmaktadır. YIK-YAP anlayışı; bilimi, bilgiyi, mühendisliği ve kentleşme bilimini yok sayan bir anlayıştır. Bir taşeron bakışıdır.

Kentlerimiz inşaat projelerinin birer "ARAZİSİ" haline dönüşmüştür.

ÖNEMLE VURGULAMAK GEREKİR Kİ kentsel dönüşüm; sosyal adalet, sosyal gelişim, sosyal bütünleşme, tarihi ve kültürel mirasın korunması, zarar azaltma ve risk yönetimi ile birlikte kapsamlı ve bütünleşik bir şekilde ele alınmak zorundadır.

İMAR AFLARI-İMAR BARIŞI

YAPI SAHİPLERİNİN YAPI GÜVENLİĞİNE İLİŞKİN BEYANLARININ KABUL EDİLMESİ, İNŞAAT MÜHENDİSLERİ VE MİMARLARIN YOK SAYILMASIDIR! İNŞAAT MÜHENDİSLERİNİN DİPLOMALARINI YIRTMALARI GEREKİR! BU KONU VİCDANLARI SIZLATAN ACI BİR DURUMDUR. YAPILARIMIZIN NEDEN YIKILDIĞININ ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİK BAKANLIĞI VE TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ TARAFINDAN  TESÇİL EDİLMESİDİR!

Türkiye`de gecekondulaşma süreci, ihtiyaç sahiplerinin barınma ihtiyacını karşılamaya dönük masum bir çaba olarak başlamıştır. Bu durum zamanla örgütlenmiş bir mafya tasarrufu olarak şekillenmiştir. İşin içerisine oy alma ve siyasi kaygılar da girince "AF KONUSU" her seferinde "bu son denilerek" 26 kez yenilenmiştir.

Topraklarımızın büyük bir bölümü deprem tehlikesi altında bulunduğu gibi, yapı stokumuzun önemli bir bölümü de deprem riski taşımaktadır. Konuyla ilgili olarak tüm bilim çevreleri ve Meslek Odaları mevcut yapı stokunun iyileştirilmesi, onarılması ve güçlendirilmesi gerekliliğini dile getirirken, 24 Haziran seçimleri öncesi Çevre ve Şehircilik Bakanlığı`nın öncülüğünde, TBMM tarafından oybirliği ile ülke tarihinin en kapsamlı "İMAR AFFI" çıkarılmıştır.

Amaç maddesi " yerleşme yerleri ile bu yerlerdeki yapılaşmaların; plan, fen, sağlık ve çevre şartlarına uygun teşekkülünü sağlamak" olan 3194 sayılı İmar Kanunu`na Geçici 16. madde eklenmiştir. Türk İmar Tarihinin bugüne kadar ki en kapsamlı imar affı olan bu düzenleme ile hiçbir mühendislik hizmeti almayan ve bu kanun kapsamında mühendislik hizmeti alması talep edilmeyen yapılar, herhangi bir kontrol mekanizması olmaksızın, kuralsızca, sadece mal sahibinin beyanı ile kayıt altına alınarak yasal statü kazanmaktadır.

Çevre ve Şehircilik Eski Bakanı Sayın ÖZHASEKİ, "mühendislere 2-3 bin lira verilmemesi için mal sahibinin beyanını esas aldık" diyerek, ülkemizdeki yapıların yıkılma nedenleriyle, yaşanacak bir depremde yapıların yıkılma gerekçesini de ortaya koymuştur.

Sağlık sorunlarını gidermek için en iyi doktoru arayan Sayın ÖZHASEKİ ve dönemin milletvekilleri, mühendis ve mimarları yok sayarak "güvenli yapı üretimine de ihtiyaç olmadığını" ortaya koymuşlardır. Mühendisin varlığını, bilgisini parayla ölçenleri mühendisler hiçbir zaman unutmayacaklar. 

Mühendislik hizmeti almamış, kaçak olarak üretilmiş olan yapıların, süresiz olarak yasal hale getirilmesi, devletin asıl sorumluluğu olan halkın can ve mal güvenliğini koruması sorumluluğunu da bırakmış olduğu anlamını taşımaktadır.

Yeni yapılacak olan yapıların güvenli bir şekilde üretilmesi, sorunun temel kaynağı olarak karşımıza dikilmiş bulunuyor.

TBMM Meclis Araştırma Komisyonunun Marmara Depreminden sonra yaptığı araştırmada, deprem bölgelerinde hasar gören ya da yıkılan yapıların % 80`inin imar aflarından yararlandıkları saptanmıştır. Bu gerçek tüm çıplaklığı ile kayıt altına alınmışken, getirilmiş olan imar affı ile; 3194 sayılı İmar Kanunu, 4708 sayılı Yapı Denetimi Hakkındaki Kanun ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun işlevsiz bir hale gelmiştir.

"İmar Barışı" denen bu afla, deprem güvenliği, mühendislik ve mimarlık mesleği hiçe sayılarak toplumun can ve mal güvenliği yapı sahibinin "beyanına" teslim edilmiştir. Su havzaları, dere yatakları ya da hazine arazilerine yapılmış kaçak yapılar da bu af kapsamına alınmıştır.

Ayrıca, tüm yasal kurallara uyarak onun bedelin ödeyen konut ve yapı sahipleriyle birlikte, işini doğru yapan mühendis ve mimarlar da cezalandırılmıştır. Değerler sistemi bir kez daha ayaklar altına alınmıştır.

17 Ağustos 1999 ve 2011 Van Depremlerinden bile hiçbir dersin çıkarılmadığı görülmüş,  para ve oy uğruna halkımızın can ve mal güvenliği tehlikeye atılmıştır.

Beyoğlu-Sütlüce`de kaçak olarak yapılmış olan bina yıkılmasaydı, çıkarılmış olan aftan yararlanarak yasal hale gelecekti.

Güvenli ve sağlıklı yerleşim alanlarının oluşturulması için afete duyarlı ve bilimsel planlama ilkelerini esas alan kentleşme politikalarının hayata geçirilmesi gerektiğinin altını önemle çiziyoruz.

YAPI STOKUNUN MEVCUT DURUMU VE YAPI ÜRETİM ANLAYIŞI

17 Ağustos 1999 tarihinden bu yana 19 yıl geçmesine rağmen, her an deprem tehlikesi ile karşı karşıya olan ülkemizde, kısa süreli ve acil olan bazı önlemlerin bile alınamadığı,  para uğruna var olan risklere yeni risklerin eklendiği görülmektedir. Üzülerek söylemek gerekir ki deprem güvenliği bakımından 1999 yılından daha iyi durumda değiliz.

Yapıları depreme karşı hazırlamanın iki yolu vardır:
 İlki; mevcut yapı stokunun durumu tespit edilerek iyileştirilmesi, onarılması, güçlendirilmesi veya yeniden yapılmasıdır.

İkincisi; yeni yapılacak olan yapıları bilim, teknoloji ve mühendislik ilkeleri doğrultusunda yapmaktır. Planlama ve tasarım aşamasından yapının kullanıma açılmasına kadar tüm süreç mesleki yeterliliğe sahip mühendisler tarafından yönetilmeli ve denetlenmelidir. Ayrıca, risklerin transfer edilmesi bakımından yapı sigortası ve mesleki sorumluluk sigortası yapılmalıdır.

Profesyonel mühendislik yaşamının düzenleyicisi olması gereken Meslek Odalarının yetkileri giderek bilinçli bir şekilde azaltılmaktadır. Ticari kaygı teknik kaygının önüne geçmiş, bilgi, beceri ve liyakat sahibi yöneticilerin yerini şirket ve cemaat ilişkileri almıştır. Meslek Odası, üniversiteler ve endüstri arasında olması gereken işbirlikleri görmezden gelinerek yok sayılmıştır.

İstanbul ve büyük şehirler başta olmak üzere kentlerimiz doğal afetlere karşı duyarlı olmadığı gibi hazırlıklı da değildir. Üstelik İstanbul`un mutlaka yaşayacağını bildiğimiz bir depreme hazır olmadığı da açıktır. Deprem sonrası insanlar dışarı çıktıktan sonra gidebilecekleri, toplanıp ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri boş alanlar kalmamıştır. Bu alanlar AVM ve gökdelenlere dönüşmüştür. Bu kapsamda:

1-Sel ve su baskınları doğal bir hal aldı, afete dönüştü.
2-Isı adaları oluştu iklim değişti.
3-Havalar düne göre çok daha fazla kirlendi.
4-Kentlerimiz depreme hazırlıklı değil.
5-Yeni inşaat ve kentsel dönüşüm uygulamaları sosyal ve toplumsal sorunları artırdı.

NOT; AFET, BİR OLAYIN KENDİSİ DEĞİL, DOĞURMUŞ OLDUĞU SONUÇLARDIR

SONUÇ OLARAK 

·Bugüne kadar bilinen bilgiler ve var olan teknolojilerle fayların bulundukları yerleri bilmek mümkündür. Fakat fay hattının kırılacağı yeri ve fayların üreteceği depremin zaman ve tarihini bilmek mümkün değildir. Bu nedenle zaman kaybetmeden yapılarımızı deprem güvenlikli hale getirmek gerekiyor.

·Yaşamış olduğumuz orta büyüklükte bir depremde bile yapılarımızın hasar görmesi ve can kayıplarının ortaya çıkması yapı stokumuzun büyük bir risk altında olduğunu gösteriyor.

·Daha güvenli ve yaşanabilir yerleşim yerleri ve yapıların üretilmesi deprem risk yönetiminin temel amaçlarındandır. Bunu sağlamanın en etkili yolu; yerleşim planlarında ana riskleri göz önüne alarak, gerekli düzenlemeleri yapmak için "Deprem Yönetmeliklerini" ödünsüz bir şekilde uygulamak gerekiyor.

·Hiç kimse bize 1999 depremlerinden sonra bilgi eksikliğinin olduğunu söyleyemez. Yeni bir "Bina Deprem Yönetmeliği" yayımlandı. Zemin durumunu ve fay hatlarını biliyoruz. Artık "ULUSAL DEPREM STRATEJİSİ VE EYLEM PLANINI-UDSEP 2023"ü güncelleyerek uygulamaya koymak gerekiyor.

·Mesleki Yetkinliği temel alan "YETKİN MÜHENDİSLİK YASASI" çıkarılmalıdır.

·Mühendislik biliminin gerekleri dikkate alınarak, yapı tasarım uygulama ve denetim evresinin sağlıklı bir şekilde işletildiği ülkelerde, doğa olaylarının afete dönüşmediği görülmektedir. Bu bağlamda, yapı stokunun oluşturulması evresinde dikkate alınması gereken yer seçimi kararlarından, yapı tasarımına, yapı üretimi ve yapı denetimine kadar, bilimsel ve çağdaş ölçekte bütünlüklü bir yapı üretim düzeni kurulmalıdır.

·1999 depremleri önemli ölçüde can ve mal kayıpları ortaya çıkarmakla kalmamış, çok daha büyük bir tehlikenin henüz yaşanmamış olduğunu ortaya koymuştur. Bu da 1766`yılından bu yana kırılmamış olan fay nedeniyle Marmara Denizi`nin içinde olacak bir depremdir. Bu deprem başta İstanbul olmak üzere Marmara Bölgesini ve çevresini önemli ölçüde etkileyecektir.

·2003 Yılında İstanbul Ana Kent Belediyesinin yapmış olduğu İstanbul Deprem Master Planı (İDMP), 2004 yılında Bayındırlık ve İskân Bakanlığı`nın yapmış olduğu "1. Deprem Şurası" ve yine 2009 yılında aynı bakanlığın yapmış olduğu "Kentleşme Şurası"na çok sayıda bilim insanı ve uzman katılmış ve son derece önemli çalışmalar yapılmıştır. Fakat devlet bürokrasisinin sürekli olarak değiştirilmesi ve "LİYAKAT ölçüsüne bağlı kadrolar yerine," söz dinleyen ve bilmeyen kadroların göreve getirilmiş olması; "deprem zararlarını azaltmak ve planlı bir kentleşmeyi" sağlamak için hazırlanan raporların uygulama alanı bulamamasına neden olmuştur.

·Her yıl çok sayıda mühendislik diploması verilmesine rağmen kaliteli bir mühendislik öğrenimi yapılamamaktadır. Can ve mal güvenliğini sağlayan bir mesleğin insanları olarak; fiziki şartları uygun olmayan, öğretim kadrosu son derece yetersiz olmasına rağmen inşaat mühendisi diploması veren okullar açılmaktadır. Bu anlayışa son verilmelidir.

·Her afetten sonra sık sık yapılan "yara sarma" anlayışından kurtulup; bilimin, tekniğin ve aklın gerektirdiği işleri yapmak gerekir. Depremin bir doğa olayı olduğu kabul edilmeli ancak denetimsizliğin neden olduğu olumsuzlukları "kader" gibi değerlendiren yaklaşımlar terk edilmelidir. Bugüne kadar yapılan çalışmalar, deprem öncesi alınacak önlemlerin deprem riskini önemli ölçüde azalttığını ortaya koymaktadır. Sorunu sorun olmaktan çıkaracak olan tek çıkar yol, deprem yaşanmadan önce alınacak önlemlerde saklıdır.

·Deprem yaşanmadan önce alınacak önlemler ve parasal harcamalar, deprem yaşandıktan sonra yapılacak düzenleme ve parasal kayıplardan 20 kat daha azdır.

·Ruhsatlardan mühendis ve mimarların imzasının kaldırılması mesleğimizin gelişimini engelleyecek, sahteciliğin önü açılacaktır.

·Oda ile meslek insanı arasına örülmeye çalışılan duvarlar kaldırılmalı, mühendis ve mimarlardan oda belgesi istenmesine yönelik uygulama güncellenmelidir.

·Kentsel dönüşüm konusu; fiziksel, sosyal ve ekonomik yönden çöküntü ve bozulma sürecine girmiş kentsel alanları, içinde yaşayanlar için yaşam kalitesi daha yüksek olacak şekilde, kente kazandırmayı hedefleyen bir plan stratejisidir. Oysa getirilmiş olan "İmar Affı" ile kentsel dönüşüm arasında çelişkili bir durum ortaya çıkmıştır.

·Kentsel dönüşüm; parçacı bir anlayışla değil, bütünlüklü kent planlarının bir parçası olarak ele alınmalıdır.

·Ne yazık ki var olan yapı stokumuz; deprem başta olmak üzere diğer doğal olaylara karşı hazırlıklı ve güvenli değildir.

·Özellikle İstanbul başta olmak üzere kentlerimiz; doğal olan olaylara karşı güvenli olmadığı gibi, doğal olmayan yangın gibi afetlere karşı da güvenli değildir.

·2017 yılında yaşanan iş kazalarında 2000 den fazla insanımız hayatını kaybetmiştir. Bunların 1/3`ü inşaat sektöründe ortaya çıkan kayıplardır. Bu durum, insan güvenliği konusuna da yeterli ölçüde önem verilmediğini ortaya koymaktadır.

TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası

 

 

JMO: JEOLOJİK - JEOTEKNİK BİLGİ VE DEĞERLENDİRME OLMADAN DEPREME DAYANIKLI YAPI TASARIMI OLAMAZ!

Ülkemizde yaşanmış en yıkıcı depremlerden biri olan; binlerce insanımızın hayatını kaybetmesine, on binlerce insanın yaralanmasına neden olan 17 Ağustos 1999 Marmara depreminin ardından 19 yılı geride bıraktık.

Dünyanın sismik yönden en aktif olan Alp-Himalaya deprem kuşağında bulunan ülkemizin  %93'ü  deprem bölgeleri içinde yer almakta; nüfusunun %98'i, sanayi kuruluşlarının %98'i barajlarımızın %95'i bu tehlikeli kuşak üzerinde bulunmaktadır. Jeolojik yapısı nedeniyle, her zaman yıkıcı depremlerin yaşanabileceği ülkemizde; çarpık kentleşmenin sonucu oluşan  yapı stoğunun, başta depremini bekleyen İstanbul olmak üzere, ne kadar güvenliksiz olduğu son günlerde arka arkaya çöken binalar ve istinat yapıları ile bir kez daha ortaya çıkmıştır.

2012 yılında yürürlüğe giren 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun ile sözde deprem zararlarını azaltmaya çare olarak sunulan kentsel dönüşüm projelerinin (!) asıl olarak rantsal dönüşüme hizmet ettiği, riskli alanlar ve yapılar için sonuç alıcı uygulamaların gerçekleştirilmediği, hatta imara esas jeolojik-jeoteknik etütler sonucunda uygun olmayan alan olarak ilan edilmiş bölgelerin kentsel dönüşüm adı altında yapılaşmaya açılarak daha da tehlikeli hale getirilmiştir. Kentsel dönüşüm alanları olması gerekenden çok uzakta, artık dönüşemez hale gelen kimliksiz ve güvenliksiz yapı stoklarına dönüşmüş ve dönüşmektedir.

Bütün bu olumsuz gelişmeler ortadayken, gündeme getirilen "imar affı" ile; kıyı alanları, tarım arazileri, meralar, orman alanları, dere yatakları, içme suyu havzaları ile tarihi, doğal, arkeolojik sit alanları üzerine inşa edilen kaçak ve mevzuata uygun olmayan bina ve tesisler dâhil olmak üzere, ayrıcalıklı imar hakları verilerek her biri bir "kent ve çevre suçu" niteliğinde yükselen yapılar yasallaştırılmak istenmektedir.

"İmar Barışı" adı altında topluma sunulan bu kaçak yapılaşma affı ile, denetimsiz, mühendislik hizmeti almamış yapılar yasal hale getirilmiş, bugüne kadar sınırlı da olsa deprem güvenliği için atılmış olan tüm adımlar boşa çıkartılmıştır. Bu yasal kılıf, ülkede inşa edilmiş bulunan yapıları depreme karşı güvenlikli hale getirmeyecek, tam aksine doğa olaylarının afete dönüşerek pek çok insanın hayatını kaybetmesinin zemini hazırlanmış olacaktır. Karadeniz bölgesinde son günlerde yağan yağmur sonucu meydana gelen taşkınlarda, Karadeniz sahil yolu yapımı sırasında jeolojik jeoteknik çalışmaların gözardı edilmesinin yanında, dere yatakları içine yapılmış çok sayıdaki kaçak yapının yıkılmış olması bunun açık göstergelerinden biridir.

Yapının oturduğu zemin birimlerinin jeolojik ve jeoteknik parametrelerinin belirlendiği zemin ve temel etütleri başta olmak üzere, yeterli mühendislik hizmeti almamış on binlerce yapının, İmar barışı adı altında sadece bina sahiplerinin beyanıyla tescilleneceği düşünüldüğünde durumun vahameti daha da artmaktadır. Yapı Kayıt Belgesi  verilmiş yapının depreme dayanıklılığı hususunu malikin sorumluluğuna bırakan İmar Barışı ile hem doğa olaylarının afete dönüşmesi için uygun zemin hazırlanmış hem de toplumun "afet güvenliği algısı" para uğruna yok edilmiştir.

Mevcut siyasi iktidar bir yandan Gemlik gibi bölgeleri "dirfay hatları" üzerinde olmasını gerekçe göstererek Bakanlar Kurulu Kararı ile yer değişikliğine zorlarken, diğer yandan aktif fay hatları veya zonları üzerine inşa edilmiş çok sayıdaki yerleşim biriminde bulunan yapıları imar affından yararlandırarak yasal hale getirmektedir.

1984 yılında çıkarılan imar affı yasası ardından yaşanan 1999 Büyük Marmara Depremleri ile büyük ölçüde imar aflarının yarattığı, jeolojik olarak sakıncalı alanlar üzerinde inşa edilen yerleşimler ile sağlam olmayan yapı stokunun yıkılmasının ağır bedelinin toplum olarak ödendiği unutulmamalıdır. Bugün de ülkenin içinde bulunduğu ekonomik krizden dolayı, 50 ile 70 milyar dolar sıcak para getireceği düşünülen imar affının cazibesinin artırılması amacıyla, her gün iktidar tarafından büyük bir gururla kaç vatandaşımızın imar barışından yararlanmak için başvurduğu ve sayıların yarıştırıldığı bir ortamda,  ülkemizde meydana gelecek ilk depremde; ağır can kayıplarının yanında, bugün toplanan sıcak para kaynağının kat ve kat üstünde ekonomik kayıplara neden olacağı unutulmamalıdır.  

Yine depreme karşı ne kadar güvenliksiz bir çevrede yaşadığımız ortadayken, bu durumu gidermesi beklenen siyasi iktidar, sağlıklı ve güvenli yapı üretimini ortadan kaldıracak düzenlemeleri arka arkaya uygulamaya sokmakta ve mühendislik hizmetlerini devre dışı bırakmaya devam etmektedir.  

02.05.2018 tarih ve 30409 (mükerrer) Resmî Gazetede yayımlanan tebliğ ile, TS 8737 no.lu yeni Yapı Ruhsatı Formu Standardı yürürlüğe girerek etüt ve proje müelliflerin ıslak imzalarının yer aldığı bölümler kaldırılmıştır. Mühendislik ve mimarlık hizmetlerine ilişkin işlemleri "bürokratik engel" olarak gören bir anlayışın ürünü olan bu uygulama ile etüt ve proje müellifi mühendislerin bilgisi dışında yapı ruhsatı hazırlanmasına imkan sağlanarak mesleki hak ve yetkilerimiz, telif hakları, müelliflik hakları, sağlıklı ve güvenli yapı üretiminin ana bileşenlerinden biri olan "denetim hizmetleri" yok edilmeye çalışılmaktadır.

Yapı üretim sürecinden mühendisleri uzak tutan, mühendisleri itibarsızlaştıran anlayışın depreme karşı insanların can ve mal güvenliğini koruyamayacağı bilinmelidir.   

Diğer taraftan,

Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) tarafından hazırlanan Türkiye Bina Deprem Yönetmeliği, Türkiye Deprem Tehlike Haritası ile birlikte 18.03.2018 tarih ve 30364 (Mükerrer) sayılı Resmi Gazetede yayımlanmış olup, 01.01.2019 tarihinde yürürlüğe girecektir. Her iki düzenlemede ülkemizdeki yerleşimlerin deprem güvenliğinin sağlanması açısından önemli işlevlere sahip olup teknik içerikleri kritik önemdedir. Ancak, söz konusu yönetmeliğin; ülkenin jeolojik gerçekliğine uygun hazırlanmadığı, imar planına esas jeolojik ve jeoteknik etüt raporlarını yönlendirici kabul etmediği, güvenli yapılaşma süreçlerinde yer alması gereken jeoloji mühendisliği hizmetlerinin dışlandığı görülmektedir.

Sağlıklı ve güvenli bir yapı üretim süreci,  birbiriyle uyumlu üst ölçek ve alt ölçekli planların hazırlanmasından, yani  ham arsadan imar parseline giden harita ve kadastro, arazi kullanım planlaması ve plana esas jeolojik-jeoteknik araştırmalar ile yapı üretim öncesi ve sırasında inşa faaliyeti kapsamında yapılan,  zemin ve temel etüt araştırmaları aşamalarındaki karar ve uygulama süreçleriyle başlar. Binanın yapı kullanma izni verilerek ikamete açılmasına kadar tüm iş ve işlemler ile son bulur. Yapı inşa süreçlerinin planlama ve tasarımı esnasında mühendislik hizmetlerinde yapılan eksiklikler geri dönülemez sonuçlar doğurur ve yüksek maliyetli iyileştirme ve tadilatların yapılmasına neden olur.

Yapı üretim sürecinin güvenli yapılaşmayı yaratabilmesinin önkoşulu, bu sürece katılan meslek disiplinlerinin ortak bir amaç için sürece etkin katılımının sağlanması ile mümkündür. Güvenli yapı üretimi, farklı meslek disiplinlerinin hazırladığı etüt ve projelerin (jeolojik-jeoteknik/zemin ve temel etüdü),  mimari, statik, elektrik, makine, peyzaj projeleri bir bütünüdür. İlgili meslek disiplinlerinin kendi mesleki uzmanlıklarını sürece katması, koordineli bir çalışma yürütmelerini gerektirmektedir. Tüm bu gerçeklere rağmen, yapı üretim ve denetim sürecindeki etüt ve proje kontrolünün her bir meslek disiplini tarafından ayrı ayrı üstlenilmesi gerekirken; Türkiye Bina Deprem Yönetmeliği ile farklı mimarlık ve mühendislik disiplinlerinin katkıları ile hazırlanan  etüt ve  projelendirme süreçlerinin gözetim ve kontrollük hizmetlerinin sadece tek bir meslek disiplinine bırakıldığı görülmektedir. Bilime ve mühendislik hizmetlerinin gereklerine aykırı olacak bu durum, depreme karşı güvenli yapılaşma sürecini aksatacak sonuçlar yaratacaktır.

Gerek ülkemizde, gerekse dünyada deprem etkisi altında mevcut binaların hasar görebilirliği; taşıyıcı sistem yapısının yetersizliği veya düzensizliği, yapıda kullanılan malzemenin niteliği ve yapının oturduğu zeminlerin jeoteknik özellikleri ile diri fay parametreleri gibi dört temel nedenden kaynaklandığı bilinmektedir.

“Deprem etkisi altında tasarımı yapılacak yeni binalar ile deprem performansı değerlendirilecek veya güçlendirilecek mevcut binalar için gerekli zemin araştırmalarının kapsamı, zemin koşullarının, sınıf veya parametrelerinin belirlenmesi, bina temelleri ve çevre bodrum perdelerinin deprem etkisi altında tasarımı, yapı-zemin etkileşimi analizleri ve zemin sıvılaşma potansiyelinin değerlendirilmesi mevcut yasal mevzuat hükümleri ve yargı kararları ile kesinleştirilmiş olmasına rağmen yeni Türkiye Bina Deprem Yönetmeliği ile bu yetki başka bir meslek grubuna verilerek, bu uygulamaların içerisinde yer alması gereken jeoloji mühendisleri yeni binalar ile deprem performansı değerlendirilecek veya güçlendirilecek mevcut bina çalışmalarının dışında tutulmuştur. 

Son zamanlarda yaşadığımız jeolojik kökenli kazalar, istinat duvarlarının ve binaların yıkılması gibi olaylar, jeolojik koşulların tasarımda dikkate alınmadığında ne tür problemlerin oluşabileceğini göstermektedir. Hiçbir gelişmiş ülkenin deprem yönetmeliğinde tasarım aşamasında jeolojik yorumlama sorumluluğu başka meslek dallarına bırakılmamışken, her an yıkıcı bir depremi yaşayabileceğimiz ülkemizde buna uyulmamasını anlamak mümkün değildir. 

17 Ağustos 1999 ve 12 Kasım 1999 depremlerini takip eden 19 senede, aralarında meslektaşlarımızın da bulunduğu çok sayıda bilim insanı, akademisyen, mühendis, mimar ve şehir planlamacısı genelde afet özelde deprem güvenliği için atılması gereken adımları tüm açıklığı ile belirlemiş ve değişik kanallardan kamuoyuna duyurmuştur. Ancak bu adımlar rant uğruna gözardı edilmekte; yaşam alanlarımızı afet risklerine karşı hazırlayacak ve onları daha yaşanır kılacak önlemler ihmal edilmektedir Jeoloji Mühendisleri Odası olarak, bir doğa olayı olan depremlerin afete dönüşmemesinin ve dolayısıyla deprem zararlarının azaltılmasının mümkün olduğunu bir kez daha belirtiyor ve;

Doğal bir olayı afete dönüştüren en önemli etmenlerden biri olan yapının oturduğu zeminlerin jeolojik ve jeoteknik özelliklerinin belirlenmesi ve değerlendirilmesinin ancak jeoloji mühendisleri tarafından yerine getirilebileceğini ifade ediyor ve yapı üretimi ve denetimi süreçlerinin jeolojik-jeoteknik (zemin ve temel) etüdü,  mimari, statik, elektrik, makine, peyzaj gibi tüm proje ve etütlerinin 3194 sayılı yasada belirtildiği şekilde ayrı ayrı ilgili meslek disiplini tarafından yerine getirilmesinin uygulamada sağlanması gerektiğini düşünüyoruz.

Jeoloji Mühendisleri Odası olarak uyarıyoruz!!!!

  • Riskli yapılar için sonuç alıcı uygulamaların gerçekleştirilmediği, rantsal dönüşüme hizmet eden kentsel dönüşüm projelerinden,
  • İmar Barışı adı altındaki, denetimsiz, mühendislik hizmeti almamış kaçak yapılara af getirilmesinden,
  • Yapı üretim sürecinden mühendisleri uzak tutan, mühendisleri itibarsızlaştıran anlayışlardan,
  • Mühendislik hizmeti almadan yapı üretimini teşvik eden uygulamalardan,
  • Yapının oturduğu zeminlerin özellikleri ve parametrelerini ortaya koyan jeolojik-jeoteknik etütlerini önemsizleştiren ve jeoloji mühendislerini yok sayan düzenlemelerden,
  • Yapı denetimi süreçlerinde jeoloji mühendisliğine yer vermeyen anlayıştan,

vaz geçilmediği sürece bu ülkede doğa olayları maalesef afete dönüşmeye devam edecektir.

Son yaşanan bina, istinat duvarı ve yol çökmelerinin de gösterdiği gibi yağış rejiminin ani değişikliği bile yıkıma yol açarken deprem durumunda ortaya çıkacak faciaları önceden görebilmenin çok zor olmadığı ve depreme karşı ne kadar güvenliksiz bir çevrede yaşadığımız gözler önündeyken; siyasi iktidarı, bilime ve mühendisliğe aykırı uygulamalardan vazgeçerek, başta deprem olmak üzere afetlere karşı toplumun sağlıklı ve güvenli bir yapı ve çevrede yaşama hakkını yarın çok geç olmadan sağlamaya davet ediyoruz.

Bilimle, emekle, inatla, umutla

Saygılarımızla

 

TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası
Yönetim Kurulu

 

 

 

MMO: 17 AĞUSTOS 1999 MARMARA DEPREMİNİN 19. YILI VE YAPI DENETİMİ

Depremlere Karşı Etkili Önlemler Almak İçin

TMMOB’ye Bağlı Odaların Görev ve Yetki Alanına Giren Kamusal Mesleki Denetim, Yeterlilik, Eğitim ve Belgelendirmeye Dayalı Yeni Bir Yapı Denetimi Modeli Gerekiyor

Türkiye dünyadaki en etkin deprem kuşakları arasında yer alan Akdeniz-Alp-Himalaya kuşağı üzerindedir. Ülke toprakları ile sanayi ve barajlarının büyük kısmı bu aktif deprem kuşağının üzerinde yer almaktadır. Bu gerçekliğe karşı etkili önlemler alabilmek için, depremin çok disiplinli bir mühendislik, mimarlık, şehir plancılığı alanı olarak görülmesi gerekir. Ancak bu disiplinler rant çıkarları için dışlanmaktadır. 17 Ağustos 1999 Marmara ve 12 Kasım Düzce Depremleri sonrasındaki yapı denetimi düzenlemelerinde kamusal denetim ticarileştirilmiş ve meslek odalarının önerileri dışlanmıştır. Yapı Denetim Yasası’nda kamu yapıları denetim dışı tutulmuş ve yasanın kapsamı daraltılmıştır. TMMOB’ye bağlı Odaların mevzuatla tanınmış görevleri içinde bulunan mühendislik, mimarlık hizmetlerinin mesleki yeterlilik, eğitim, belgelendirme, denetleme gereklilikleri de dışlanmıştır.

Planlama, mühendislik, mimarlık, yapılaşma ve kamusal denetime ilişkin sorunlara ayna tutan, yüzyılın afeti olarak anılan ve yaklaşık 340 bin yapının önemli ölçüde yıkıldığı veya hasar gördüğü, on binlerce yurttaşımızın yaşamını kaybettiği 1999 Marmara Depreminden hiçbir ders alınmadığı; Deprem Şurası, Ulusal Deprem Konseyi gibi oluşumların devre dışı bırakılması ile, Van depremi ve diğer depremler sonucu oluşan sosyal yıkım tablosu ile, mevzuat düzenlemelerinin rant eksenli olması, kentsel dönüşüm programlarının esasen ranta yönelik muhtevası ve bütün ülkenin imara açılması ile tekrar tekrar ortaya çıkmıştır.

Türkiye bugün, 19 yıl önceki Marmara depreminden daha iyi durumda değildir. Yer seçimi kararlarında, yapı tasarımı, üretimi ve denetiminde bilimsel, bütünlüklü bir düzen yoktur. Öyle ki sorunlu dolgu alanları, dere yatakları ve kıyılar imara açılmakta, her yere AVM ve gökdelenler yapılmaktadır. Yanlış ulaşım politikaları, yanlış kentsel dönüşüm uygulamaları ve yanlış mega projelerin artması, su yatakları ile yeşil alanlar arasındaki bağların koparılması, sel-su baskınlarının artması, ısı adalarının oluşması gibi olgular depremlerin yıkıcı etkilerini artırıcı sonuçlar oluşturmaktadır. Bu sorunlara deprem olgusunu ve depremlere dayanıklı yapı stokunu artırma gerekliliğini gözetmeksizin yapılan son imar affı ve depremlerde toplanma yerleri olan alanlardaki hızlı yapılaşma eklendiğinde ülkemizin depremlere hazır olmadığı anlaşılmaktadır. Bu noktada belirtmek isteriz, yapı denetimi uygulamasını yönlendiren kararlar ve ilgili tüm mevzuatın, TMMOB ve bağlı Odalar, üniversiteler ve ilgili kesimlerin katılımıyla düzenlenmemesi durumunda ülkemizi yeni büyük sosyal afetler ve yıkımlar beklemektedir.

Depremler ve büyük doğa olaylarına karşı bütünlüklü, sağlıklı, insanca bir yaşam ve çevre için alınması gereken önlemler ivedi bir öneme sahiptir. Depremlere karşı önlemler bütünlüğü, güvenli yapılaşma ve halkın sağlıklı kent ve doğal çevre hakkı için neoliberal piyasacı ve rantçı yaklaşımlar reddedilmelidir. Mevcut Yapı Denetim Yasası’nın öngördüğü, ticari yanı ağır basan yapı denetim şirketi ve öngörülen teknik müşavirlik şirketi modeli yerine uzmanlık ve etik niteliklere sahip yapı denetçilerinin etkinliğine dayalı, meslek odalarının sürece etkin katılımını sağlayacakyeni bir planlama, tasarım, üretim ve denetim süreci modelinin benimsenmesi gerekmektedir.

 

Yunus Yener
TMMOB Makina Mühendisleri Odası Başkanı

 

 

MO: KAÇAK YAPILAŞMAYA GETİRİLEN İMAR AFLARI

AFET RİSKLERİNI ARTIRIYOR

Ülkemizde; Cumhuriyetin ilk yıllarında modern planlama ve mimarlık uygulamaları yoluyla biçimlenen kentlerimiz, ilerleyen yıllarda izlenen ekonomik politikaların sonucunda önce göç, kaçak yapılaşma ve gecekondulaşma; ardından imar afları, kentsel dönüşüm ve yenileme süreçleri ile bozulmuştur.

Kırdan kente göç ile başlayan kaçak yapılaşma; ilk olarak hazine arazilerinin işgaliyle başlamış daha sonra tarım alanlarına, kıyılara, ormanlara, meralara, yaylak ve kışlaklar ile doğa koruma alanlarına doğru genişlemiştir. Ancak bugüne kadar, yetmiş yıl içinde on iki kez çıkarılan imar affı ile yapılı çevrenin kaçak ve kanunlara aykırı yapılaşmayla biçimlenmesi adeta kamusal politika haline gelmiştir.

1950’li yılların başında köylüler kentlerde gelişen sanayinin ucuz işgücü haline gelmiş ve kentlerimizde gecekondulaşma başlamıştır. Bu dönemde, 1948 yılından 1966 yılına kadar; gecekondu yapımının önlenmesi, ruhsatsız yapıların yıktırılması, bina yapımını teşvik gibi gerekçelerle altı kez imar affı getirilmiş, kaçak yapılar affedilmiştir.

1980’li yıllarda tüm dünyada ekonomik sistemde yaşanan neo-liberal değişim ile kentsel alanlar sermaye üretim aracı olarak belirlenmiş; kentsel rantı kamu yararı önceliğinin yerine alan merkezi ve yerel yönetim politikaları egemen olmuştur. 1973 yılından 1988 yılına kadar altı kez daha “kanunları binalara uydurmak” üzere imar affı çıkarılmış, kamu yöneticileri kaçak yapıları affetmiştir.

1999 yılına gelindiğinde ise ülkemizin son yüzyılda yaşadığı en büyük kayıplara neden olan Marmara ve Düzce Depremleri yaşanmış; bu felaketlerde, yıllar boyunca çıkarılan kanunlarla affedilen yapıların çoğu yıkılmış, binlerce yurttaş hayatını kaybetmiştir.

Milat olarak kabul edilen Marmara Depremlerinden 12 yıl sonra 2011’de Van’da meydana gelen deprem; kentlerimizde kentsel dönüşüm ve yenileme sürecini başlatan “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun”un yürürlüğe sokulması için bir gerekçe olarak gösterilmiş ve uygulama sorumluluğu Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na verilmiştir.

Ancak geçen sürede kentlerimiz afetlere karşı hazırlanmadığı gibi Bakanlık ve TOKİ tarafından yürütülen dönüşüm amaçlı proje ve uygulamalar, bilimsel şehircilik ve planlama ilkelerine uymadığı gibi, kamu yararına aykırı rant amaçlı uygulamaların önünü açmıştır. Ne kentlerimizde ne de kırsal alanlarda bütüncül bir yaklaşımla afet riskini azaltmak, gelecek nesillere sağlıklı ve yaşanabilir bir yapılı çevre bırakmayı hedefleyecek hiç bir gerçekçi proje üretilmemiştir.

On altı yıldır devam eden siyasi iktidar, var olan kentsel düzen içinde egemen sermaye sınıfları ile işbirliği yoluyla ekonomik sürekliliği sağlamaya odaklanmış, tüm bu alanlarda yapılaşmanın önünü açacak yasal düzenlemeleri getirmiştir. Kentler ve kırsal alanlar, tabiat varlıkları, koruma alanları, ormanlar, kıyılar, milli parklar, doğal sit alanları, meralar, yaylalar ve kışlaklar; taşıdıkları doğal ve kültürel değerlerle birlikte hızla, yıkımın ve plansız yatırımların şantiyesi haline gelmiş; mesleki hak ve yetkiler kısıtlanıp meslek mensupları dışlanarak sağlıklı ve güvenli yapı üretim sürecinin koşulu olan nitelikli mimarlık ve planlama hizmetleri engellenmiştir. Kısa zamanda ve çok sayıda yapı üretilmesi baskısıyla kentlerimiz, deprem ve tüm diğer afetler karşısında güvencesiz hale gelmiştir.

1999 Marmara ve 2011 Van Depremlerinin ardından bugüne kadar gündeme gelmeyen imar affı; 2018 yılı başında seçim sürecine girilen günlerde kıyı alanları, tarım arazileri, orman alanları, içme suyu havzaları ve tarihi, doğal, arkeolojik sit alanları üzerine inşa edilen bina ve tesisler dâhil olmak üzere, bütün kaçak yapıları yasal hale getirmek üzere imar barışı adı altında yeniden yürürlüğe sokulmuştur.

Devletin kamu adına denetim sorumluluklarını yok sayan bir anlayış ile sermaye odaklı ve finans merkezli ekonomik yapılanmaya dönük değişime yol verilmiş; kentsel alanlarda sermaye ve rant paylaşımını merkezi ve yerel idarelerin karar mekanizmalarına bağlayan, çoklu imar uygulamalarına izin veren mevzuat yeniden düzenlenmiş; yapı denetimi özel sektöre devredilmiştir. Kamusal ve hukuki denetimi yok sayan bu düzenlemelerle ilgili; meslek kuruluşları, üniversiteler ve hatta kamu kurumları tarafından düzenlenen raporlar göz ardı edilmiştir. 

Güvenli ve sağlıklı yapılaşmanın güvencesi olan kamu denetimini ortadan kaldıran politikalar ve gerekli tedbirlerin alınmaması ülkemizde bugüne kadar pek çok yurttaşın hayatına mal olmuş ve olmaya devam etmektedir. Gelinen aşamada sağlıklı, güvenli ve yaşanabilir bir yapılı çevre için, toplumsal duyarlılık en önemli güvence haline gelmiştir.

Afet ve afet sonrası süreçlerin yönetimi hakkında geliştirilecek politikaların bilim insanlarını, meslek odalarını, akademik kuruluşları ve ilgili tüm kesimleri dikkate alarak oluşturulması, toplumsal ve yönetimsel hafızanın korunarak gelecek kuşaklara aktarılması zorunludur. Yaşanan yıkım ve kayıplara sebep olan rant odaklı planlama, kentleşme ve yapılaşma politikaları terk edilmelidir.

Mimarlar Odası olarak, toplumun tüm kesimlerini, her aşaması ile afet risklerini arttıran bu politikalara karşı bilinçli ve duyarlı olmaya çağırıyoruz. Bu bağlamda doğal afetlerin tahribata ve can kaybına yol açmasının temelinde yer alan, mimarlık ve şehircilik ilkelerine aykırı gerçekleştirilen planlama, yapılaşma ve denetleme süreçleri karşısında mücadelemizi sürdüreceğimizi; bu konudaki deneyim, birikim ve bilgilerimizi kentsel dönüşüm baskısı altındaki kentlerimiz için toplum yararına kullanacağımızı değerli kamuoyumuzla paylaşıyoruz.

 

TMMOB MİMARLAR ODASI

 

 

ŞPO: 17 AĞUSTOS’LARDAN DERS ALINMADIKÇA, YENİ AFETLER YAŞANACAKTIR!

Bilimi ve tekniği esas alarak risk ve afet yönetimi konularında politika geliştirmek yerine, riskli ve kaçak yapıları "İmar Affı" adı ile yasallaştıran, halk sağlığını tehlikeye atan,  dere yataklarını, vadi tabanlarını yapılaşmaya açan, yapılaşma süreçlerini denetimsiz hale getiren yönetim anlayışı değişmedikçe, doğal afetler yaşanmaya devam edecektir.

Bu nedenle ülke tarihinde yer etmiş afetlerin ardından yapılması gereken en önemli şey, önlem almayan, afete duyarlı planlama anlayışını hayata geçirmeyen idarecileri ifşa etmek ve sorumluluklarını hatırlatmak olmalıdır.

Bu bilinçle, Şehir Plancıları Odası olarak hatırlatıyoruz; Popülist yasal düzenlemeler ile riskli yapıları yasallaştırmak ve kentsel yapılı çevre üretimi sürecinde sermaye çevrelerine olanak sağlamak yerine; riskli yerleşim birimlerimize yönelik olarak, doğal eşikleri gözeten bütüncül risk yönetim sistemi ve sakınım planlarının hazırlanması; bununla birlikte yurttaşların güvenli ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkını temel alan yeni bir kentleşme siyasasının bir an önce hayata geçirilmesi gerekmektedir.

Kamuoyuna saygı ile duyurulur.

TMMOB Şehir Plancıları Odası