“ON İKİNCİ ‘KALKINMA’ PLANI (2024-2028)” ÜZERİNE TMMOB GÖRÜŞÜ

06.12.2023

“On İkinci Kalkınma Planı (2024-2028)” Üzerine TMMOB Görüşü, 6 Aralık 2023 tarihinde yayımlandı.

“ON İKİNCİ ‘KALKINMA’ PLANI (2024-2028)” ÜZERİNE TMMOB GÖRÜŞÜ

  1. Giriş

Kalkınma Planları, bir ülkenin ekonomik sosyal envanteri ve gereksinimleri üzerinden kaynakları kalkınmaya yönelik etkin bir şekilde kullanmak için hazırlanır ve uygulamaya geçirilir.

Kalkınma Planları için, adeta ekonomik-sosyal bir anayasa metnidir de denilebilir. Çünkü planlar başta kamu kurumları olmak üzere, ülke ekonomisi, eğitim, sağlık, ulaşım ve tüm sosyal yaşam için bazen emredici, bazen de yol gösterici hükümler içerir.

1930’lu yıllardaki Sanayi Planı uygulamalarından sonra ülkemizde 1961 Anayasasının 41. ve 129. maddeleri gereği ilk kez 1963 yılında hayata geçirilen Beş Yıllık Kalkınma Planları, Başbakanlığa bağlı ancak görece özerk yani Bakanlıkların yatırım kararlarına müdahale edebilen Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) sorumluluğunda idi. 1980 sonrası dönemde bu kurum önce zayıflatılmış, teslim alınmış, her türlü denetimden kaçan ve bir rant kovalama merkezi olarak çalışan dinci siyasetin geçmişin tüm izlerini silme önceliğine de uyarak, önce 2011’de Kalkınma Bakanlığı’nın bir genel müdürlüğüne dönüştürülmüş, sonra da 2017 Anayasasıyla gelen başkanlık rejimi bir Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Temmuz 2018’de tarihe gömülmüştür. Bu, kalkınma planlamasının tasfiyesi yönündeki adımların sonuncularından biri idi.

Önemle belirtmek gerekir, 50 yıllık bir kurum olan, planlı kalkınmayı, planlı ekonomiyi, kamu yararı, kamucu üretim ve hizmet planlamasını, kısaca toplumsal ilerleme fikrini simgeleyen, ancak, neoliberal dönüşüm sürecinde ulusal planlamanın önemini yitirmesiyle işlevselliği zaten önemli ölçüde azaltılan DPT’nin kapatılması, kurumsal ve tarihsel hafızanın yanı sıra gelecek vizyonunun da yok edilmesi anlamına gelmiş ve planlar artık bir planlama kurumu olmadan hazırlanır olmuştur.

On Birinci Kalkınma Planı hazırlıkları yapılırken 2018 yılında Kalkınma Bakanlığı da kapatılarak, görev yetki ve sorumlulukları yeni rejimin doğrudan atanmışlarından oluşan bir bürokratik yapı olan Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı’na devredildi, yetişmiş kadrolar dağıtıldı, arşivlerindeki belgelere erişilemez oldu.

On İkinci ‘Kalkınma’ Planı’nın tüm içeriği Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı tarafından hazırlandı.

On İkinci Plan, “Cumhurbaşkanlığı/Başkanlık Sistemi/Rejimi” dâhilinde hazırlanan ikinci Plandır.

Bir ülkenin, ekonomide ve tüm sektörlerde mevcut durumunu tespit ederek, gelecek beş yılını planlayarak hedeflerini belirlemesi ve bunu yazılı olarak parlamentodan geçirerek kamuoyuna açıklaması elbette çok önemlidir.

Ancak, daha da önemli olanı planların içeriği, uygulanabilirliği ve uygulanmasıdır. Çünkü bir anayasal zorunluluk olan beş yıllık planların ve hedeflerinin ekonomi yönetimlerince dahi kısa sürede unutulduğu bilinmektedir.

Bu gerçeklikle birlikte IMF, DB ve uluslararası finans çevrelerinin, iktidarın temel yaklaşımlarını, yakın dönem önceliklerini, sermaye çevrelerine vermek istenen mesajları Plan, OVP, Yıllık Program vb. dokümanlara içerilen daha asli yaklaşımlardan izlediklerini belirtmek gerek. Bu sadece niyet beyanlarını önceden öğrenmek açısından değil, gerektiğinde müdahale olanaklarını devreye sokabilmek açısından da önemli bulunur.

Güncel bağlamda ise IMF tarzı iktisat politikaları dışında bakışı olmayan yeni ekonomi yönetimindeki gibi uygulayıcılar da, neoliberal temelli bir plan-program desteğini arkalarına alarak yol almayı kendileri açısından daha emniyetli olarak göreceklerdir.

On İkinci Planın giriş bölümünde yer alan 13. Madde’de “On İkinci Kalkınma Planı, Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığının koordinasyonunda katılımcı bir yaklaşımla kamu kesimi, özel kesim, sivil toplum temsilcileri ile akademik çevrelerin katkılarıyla hazırlanmıştır” şeklinde bir değerlendirmeye yer verilmiştir. Ancak Plan daha hazırlanırken kamuoyundan ve ilgili kurum ve kuruluşlar ile sosyal bilimcilerden kaçırılmıştır. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı tarafından önce hazırlıkları gerçekleştirmek amacıyla kurulan Özel İhtisas Komisyonlarına katılım için TMMOB’den temsilciler istenmiş daha sonra TMMOB temsilcilerine e-posta gönderilerek toplantılara katılımları engellenmiştir. Özetle, Planın hazırlanma süreci antidemokratiktir.

Bütüncül planlı kalkınma mantığına aykırı olan, mali boyutu gerçekçi olmayan, önceki plan hedeflerini revize ederken ülke kalkınmasına yönelik gelecek hedeflerini küçülten, uzun vadeli proje ve soyut hedeflerin sıralandığı ancak bütçeyle ilişkilendirilerek ve mali kaynaklar ayrılarak uygulama ve yıllık programlarla detaylandırılması ve şeffaf bir biçimde izlenmesi gereken ancak sadece bir temenniler belgesi niteliğinde olan “On İkinci ‘Kalkınma’ Planı” hakkındaki TMMOB görüşleri aşağıdaki ilgili bölümlerde yer almaktadır.

Odalarımızın katkısıyla raporlaştırılan bu TMMOB görüşünü oluştururken, temelde şu sorulara yanıt aranmıştır: “On İkinci Plan kime ait bir plandır, kimin hazırladığı bir dokümandır, kimlere yarar sağlayacaktır ve içeriği nasıldır?”

Ülke, halk ve meslek disiplinleri adına söyleyecek sözü olan TMMOB, On İkinci Plan hakkındaki görüşlerini bu raporla kamuoyuyla paylaşmayı bir zorunluluk olarak görmüştür. Ülkemizin ve toplumumuzun gelecek yıllarını ilgilendirecek plan hakkında oluşturulan görüşlerimiz, aynı zamanda ayrı bir politika seçeneği olarak da değerlendirilmelidir.

Ayrıca belirtmek isteriz, bu metinde ilgili yerlerde “kalkınma planı” kavramı yerine sadece plan sözcüğünün kullanılması bilinçli bir tercihten dolayıdır. Çünkü Beşinci Beş Yıllık “Kalkınma” Planı’ndan itibaren planlar kalkınma paradigması dışında hazırlanmıştır. Bu belgelerde kalkınma planı kavramının kullanılması, gerçekte yasal bir zorunluktan (Anayasa ve 5018 sayılı Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Kanunu’ndan) ve neoliberal tasfiyeci politikaların gerçek içeriğini söylemsel süslemecilikle gizleme çabasından kaynaklanmaktadır.

5018 sayılı Kanun aslında temel olarak bütçe hukukunu düzenlemekte; ama aynı zamanda bütçelerin de tâbi olacağı kalkınma planları ile üç yıllık orta vadeli programların aralarındaki uyumu ve hiyerarşiyi düzenlemektedir. Buna göre bütçeler üç yıllık hedefler doğrultusunda düzenlenmeli, bunlar da her yıl yenilenen OVP hedefleriyle ve bütçeler ile OVP’ler de daha önce açıklanacak beş yıllık planlarla uyumlu olmalıdır.

2. Ülkemizde Kalkınma Planları ile Sonraki Planların Kısa Geçmişi ve Özeti

On İkinci Plan ile ilgili ayrıntılı değerlendirmelere geçmeden önce, kalkınma planı konusunun Türkiye’deki geçmiş uygulamaları ve günümüze dek uzanan değişimine kısaca değinilecektir.

Cumhuriyetimizin ilanından bir süre önce 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihlerinde toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde, liberal ekonomi politikaları aracılığıyla kalkınmanın gerçekleştirilmesi yolunda görüşler ağırlık kazanmış ancak, özellikle 1929 dünya ekonomik bunalımıyla birlikte, bir taraftan dış koşullar, diğer taraftan, o dönemki ülkenin iç koşulları, özel girişimin ve sermaye birikimi ile nitelikli iş gücü ve altyapı yetersizliği nedenleriyle, devletin öncülüğünde bir kalkınma anlayışının hayata geçirilmesi gerekliliği ortaya çıkmıştır.

“Karma ekonomi modeli” kavramıyla da ifade edilen (bu kavram özellikle 1960’larda daha yaygın olarak kullanılmıştır), ancak 1930’lu yılların başında belirli bir kavramsal netlikle yaşama geçirilen “Devletçilik ilkesi”, 1937’de Anayasa’ya da işlenerek devletin nitelikleri arasına girmiştir. Ekonomik ve toplumsal yaşamda devletin doğrudan müdahalesi ve yönlendirmesini kapsayan devletçiliğin (“mutedil devletçilik” ve “güdümlü ekonomi” ifadeleri de kullanılmıştır) esası, başta ekonomi olmak üzere birçok alanda devletin planlamacı, uygulamacı ve işletmeci olmasıdır. Planlamanın ana hedefi ise ülkenin kalkınmasını sağlamak ve refaha kavuşmasıdır. Devletçilik ilkesinin uygulamaya geçmesinin en önemli yanı kuşkusuz planlı ekonomiye, planlı kalkınma politika ve uygulamalarına geçilmesidir.

“Korumacılık ve devletçilik dönemi” olarak nitelendirilen 1930-39 yılları arasındaki süreçte Türkiye, dünyada ilk kalkınma planı hazırlayan ülkelerden biri olmuş ve 1933-37 döneminde uygulanmak üzere 1934 yılında yürürlüğe giren “Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı hazırlanmıştır. Bu planın uygulanması ile çimento, şeker, kömür, demir, kâğıt, cam, seramik ve dokuma gibi bazı temel sektörlerde sanayi tesisleri kurulmuş, bu alanlardaki ham madde ülke içinden karşılanarak döviz kaybı önlenmiş, kurulan İDT’ler, KİT’ler ve yeni fabrikaların yapımında bölgesel dağılıma dikkat edilmiştir.

Cumhuriyet’in ilk döneminde devletleştirmeler, millileştirmeler ve satın almalarla ülkemize kazandırılan ve ilk yıllardan başlayarak yürütülen demiryolları inşa seferberliği; iktidarın planlamaları, mühendislerimiz ve işçilerimizin olağanüstü gayretleriyle 1940’lara kadar hızla sürmüş, ülkemizin demiryolu ağlarıyla örülmesine başlanmıştı. Cumhuriyet’in demiryolu politikası, Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nda öngörülen ve gerçekleştirilen sanayinin kurulması, ürünlerinin yurt sathına yayılması ve üretimde yer seçiminin belirlenmesinde yönlendirici bir rol de üstlenmiştir.

Böylece, bu planlı kalkınma dönemi, Cumhuriyet tarihindeki en büyük büyüme oranlarının gerçekleştiği dönemlerden biri olmuş ve Türkiye, dünyanın en hızlı kalkınan ülkelerinden biri haline gelmiştir.

İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı (1938-1942) ise İkinci Dünya Savaşının başlangıç gerilimleri ve savaşın başlaması nedeniyle büyük ölçüde uygulanamamıştır.

Cumhuriyet’in ilk dönemlerindeki başarılı uygulamalardan sonra, 1947 yılında hazırlanan “Beş Yıllık Türkiye İktisadî Kalkınma Planı”, İkinci Dünya Savaşı’nın etkisi ve izleyen CHP ve DP iktidarlarının siyasi ve ekonomik bakış açıları nedeniyle uygulanamamıştır.

1961 Anayasası ile planlı kalkınma, sosyal devlet, hukukun üstünlüğü, güçler ayrılığı vb. kavramlar toplumsal yaşamda yer edinmiş, yeni kurulan Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), ülkenin en nitelikli kadrolarını eğiten, yetiştiren bir okul olmuştur.

Planlı ekonomi yıllarında, her bir sektör için büyük titizlik ve yoğun çalışmalarla hazırlanan Özel İhtisas Komisyonlarının raporları, bu raporların çözümleme ve hedeflerini dikkate alan kapsamlı ve yönlendirici Kalkınma Planları, planların ilke ve hedeflerine erişmeyi amaçlayan ciddi Yıllık Program ve Bütçe uygulamaları, yüksek kalkınma hızlarına ulaşılmasına imkân vermiştir.

Bu bağlamda; 1930’lu yıllarda başarılı olmuş Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı ile savaş koşulları nedeniyle uygulanamayan İkinci Bey Yıllık Sanayi Planı hariç, 1960 sonrası Türkiye’sinde planlamanın geçirdiği evrime, bugün benimsenen temel yönelimler ile mevcut durum arasındaki bağlara ana hatları ile değinmek yararlı olacaktır.

1960’ta tekrar gündeme gelen plan konusu, 1961 Anayasasında “iktisadi, sosyal ve kültürel kalkınma plana bağlanır; kalkınma bu plana göre gerçekleştirilir” şeklinde yer almıştır.

1960 yılında kurulan DPT 8, ve ‘Kalkınma’ Bakanlığı birinin hazırlığında yer almış, 2’si Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı tarafından olmak üzere 10 adet Plan hazırlamıştır. On Birinci Plan ile On İkinci Plan, parlamenter rejimin tasfiye edilerek “tek adam rejimi”ne dönüştürülmesiyle Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı tarafından hazırlanmıştır (Tablo 1).

Kalkınma Planlarının Adı, Dönemi, Hazırlayan Kurum ve Hazırlama Yöntemi

 

Plan Adı

Dönemi

Hazırlayan Kurum

Hazırlık Yöntemi

1

Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı

1963-1967

DPT

ÖİK

2

İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı

1968-1972

DPT

ÖİK

3

Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı

1973-1977

DPT

ÖİK

4

Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı

1979-1983

DPT

ÖİK

5

Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı

1985-1989

DPT

ÖİK

6

Altıncı Beş Yıllık Kalkınma Planı

1990-1994

DPT

ÖİK

7

Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı

1996-2000

DPT

ÖİK

8

Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı

2001-2005

DPT

ÖİK

9

Dokuzuncu Kalkınma Planı

2007-2013

DPT

ÖİK

10

Onuncu Kalkınma Planı

2014-2018

Kalkınma Bakanlığı

ÖİK

11

On Birinci Kalkınma Planı

2019-2023

Kalkınma Bakanlığı, o kapatıldıktan sonra Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı

ÖİK + Çalışma Grupları

12

On İkinci Kalkınma Planı

2024-2028

Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı

ÖİK + Çalışma Grupları

 

1960 yılından sonra başlatılan ikinci planlı kalkınma hareketi, ekonomideki sektörlerin ayrı ayrı ele alınarak makro düzeyde analizini, düzenlenmesini, özendirilmesini ve yönlendirilmesini amaçlamıştır.

Beş Yıllık Kalkınma Planları (BYKP), kamu için emredici, özel sektör için özendirici ve yol gösterici bir nitelik taşımakta, yıllık programlar ile de kamu yatırımları belirlenmekte idi. Planlar, aynı zamanda bir kalkınma hareketinin itici gücü rolünü üstlenmiş ve ilk dört dönemde geniş çapta uygulanan “teşvik tedbirleri” ile yatırımlara kaynak aktarımına olanak sağlamıştır.

Planlı kalkınma dönemlerinde, sanayi “lokomotif sektör” olarak saptanmış, ekonomik dengenin kurulması, ekonomik ve sosyal kalkınmanın birlikte gerçekleştirilmesi, hızlı bir büyüme ve sanayileşmeye öncelik verilmesi gibi uzun erimli hedefler belirlenmiştir. Bu dönemde Türkiye, sanayileşmesini oldukça kapsamlı ve karmaşık bir teşvik ve muafiyetler sistemiyle gerçekleştirmeyi öngörmüştür.

1963-1967 yıllarını kapsayan Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı dönemi, yeni İDT ve KİT’lerin kurulduğu bir dönem olmuştur. Esasen kamu eliyle yürütülen ithal ikameci sanayileşme stratejisi ile tüketim malları, ara malları, yatırım malları sanayilerine kadar, kamu sektörünün doğrudan yatırım yaptığı ve bu alanlarda özel sektörün de teşvik edildiği bu dönemde Petkim, Tüpraş, İskenderun Demir-Çelik Fabrikaları, Seydişehir Alüminyum Tesisleri yanı sıra gübre, çimento ve şeker fabrikalarının yenileri kurulmuştur.

Türkiye sanayii, 1963-1977 yıllarını kapsayan ilk üç kalkınma planı ile yatırımlarının büyük kredilerle desteklendiği ve teşvik edildiği dönemleri geçirmiş ve diğer sektörlerden önemli ölçüde kaynak aktarımı yapıldığı bir süreci yaşamıştır. Plan stratejileri, iç tüketimin iç üretimle karşılanması anlayışına dayanılarak yapılmış ve sanayi bu yönde teşvik edilmiştir.

Sonraki üç plan, 1973 ve 1978-79 petrol krizlerinin de etkisiyle, sürekli yön değiştiren politikaların değişen hedeflerine tabi olmuş ve işlevini yitirmiştir.

1979-1984 dönemine ilişkin Dördüncü Plan, ekonomik ve politik krizler ve 1980 Askeri Darbesiyle birlikte benimsenen neoliberal yönelim nedeniyle fiili olarak askıya alınmıştır. 24 Ocak 1980 Ekonomi Kararları uyarınca, 1985–1989 dönemi Beşinci Plan’dan itibaren Türkiye, planlamada ve uygulamada serbest Pazar/piyasa ekonomisinin egemenliğine girmiştir.

24 Ocak Kararlarının uygulandığı 1980 yılından itibaren, Türkiye’de ithal ikameci politikalarda önemli bir değişiklik ortaya çıkmış, yeni bir strateji oluşturulmuş, dışa dönük ve ihracata dayalı bir büyüme stratejisi benimsenmiştir. İhracata önemli ölçüde teşvik sistemi getirilmiş; vergi iadeleri, ihracat döviz primleri, ucuz krediler, bu dönemlerde uygulanan yeni ekonomik modelin politika araçları olarak ortaya çıkmıştır.

1980’li yıllardan itibaren hazırlanan planlar, ihracata, veya dış pazarlara yönelik bir büyüme stratejisinin eseri olarak ortaya çıkmıştır.

1982 Anayasasında “kalkınma planlaması” devletin “temel görevleri”nden çıkarılarak, “ekonomik hükümler” kısmına aktarılmıştır. 12 Eylül faşizmi ile devlet ve sosyoekonomik yapı yeniden yapılandırılmış, Dünya Bankası ile imzalanan beş ayrı yapısal uyum kredi anlaşmasıyla ihracata yönelik sanayi modeli yanı sıra özelleştirme, kamu yatırımlarının azaltılması, para/finans hareketlerinin serbestleştirilmesinin altyapısının hazırlanması, sanayi ve tarımda devlet tekelinin kırılması, destek ve sübvansiyonların kaldırılması; kamu idari yapısı ile sağlık, eğitim, yerel yönetimler ve giderek her alanda neoliberal dönüşümlerle yeniden yapılanma gündeme getirilmiştir.

Kısacası; 1980 sonrasında, planlama hukuki ve biçimsel düzlemdeki varlığına karşın fiilen devre dışı bırakılmış; planın yerini uygulamada Dünya Bankası, IMF gibi kapitalist-emperyalist sistemin uluslararası kuruluşlarının dayattığı emek düşmanı “ekonomik istikrar programları” almıştır. Devletin sosyo-ekonomik işlevleri, yapısı, işleyişi ve örgütlenmesi “yapısal uyum politikaları” ile dönüştürülürken, plan ve programlar da bu dönüşüme altyapı hazırlayan, hukukilik ve meşruiyet kazandıran, bu dönüşümü hızlandırıp yaygınlaştıran bir araç olarak kullanılmıştır.

Beşinci Plan (1985-1989) ile birlikte sektörel teşvikler azaltılmış ve kalkınma planlaması tasfiye edilmiştir.

1990-1995 dönemi Altıncı Planda, benimsenen ihracata yönelik sanayi modeli uyarınca büyük ihracat teşvikleri söz konusu olmuş, bölgesel planlama yalnızca bir söylem olarak kalmış, kamu yatırımları giderek yoğunluğunu kaybetmiştir.

1996-2000 dönemine ilişkin merkezi ve sektörel planlamadan bölgesel projelere geçme yöneliminin somutlandığı Yedinci Planda, Gümrük Birliği hedefleri doğrultusunda tüm sektörde korumacılık asgariye indirilmiş, özelleştirmeler başlamış, Türkiye sanayisi eşitsiz koşullarda küresel rekabete açılmıştır. 1998’de IMF ile yapılan 10 Yıllık Yakın Takip Anlaşması bu süreci geliştirici bir işlev üstlenmiştir.

2001-2005 yıllarını kapsayan Sekizinci Plan döneminde, özelleştirmeler hızlanmış, teşvik araçları Gümrük Birliği’nin hedefleri ve IMF’nin istekleri doğrultusunda tüm sektörlerde korumacılığı asgariye indirilmesi sürmüştür. Bu plan dahil sonraki planlar kağıt üzerinde kalan “tavsiye”ler ve neoliberal dönüşümleri hızlandırıcı niteliktedir.

Siyasi iktidara göre birçok konuda “ilk”ler planı olan, en erken 2014’de AB’ye üye olunabileceği hayaliyle Türkiye’yi tam üyeliğe taşıyacağı iddia edilen Dokuzuncu Plan; 2006’da yürürlüğe girmesi gerekirken, AB Komisyonu’nun 2007-2013 yıllarını kapsayan AB bütçe dönemine uyum sağlamak üzere Türkiye’den yeni bir “AB Ulusal Kalkınma Planı” hazırlamasını istemesi üzerine yapılan bir yasal düzenlemeyle planın başlangıcı 2007 yılı olmuştur. Bu nedenle Dokuzuncu Planda “Beş Yıllık” ifadesi kaldırılarak, 2007-2013 dönemi için ilk kez 7 yıllık bir Plan hazırlandı. Sonraki Planlarda süre olarak yine beş yıla dönüldü.

Dokuzuncu Planda yalnızca hedefler saptanmış, sorunlar ortaya konulmuş, strateji ve vizyona ilişkin görüşler belirtilmiş ve küresel rekabete entegrasyonun koşulları değerlendirilmiştir. Plan, yıllık programlara esas olan teşvikleri de kaldırmıştır. Plan “stratejisi” a 7 yıl boyunca izlenecek makroekonomik politikaların, IMF programında dayatılan politikaların yerleştirilmesinden ibarettir. Dolayısıyla, Enflasyon hedeflemesi ve dalgalı kur politikasının sürdürüleceği, sıkı para ve maliye politikalarından taviz verilmeyerek, yapısal reformlara sadakat içinde devam edileceğinin altı çizilmesi, bu durumun açık göstergeleridir. Ayrıca Dokuzuncu Plan, talep, üretim, ihracat ve ithalat projeksiyonları yönünden gerçekçi tahminlere dayanmamıştır.

2007-2013 yıllarını kapsayan Dokuzuncu Plana ilişkin Planlamanın Sonu: 9. Kalkınma Planı” adlı TMMOB Görüşü, 02.02.2008 tarihinde kamuoyu ile paylaşılmıştır.1

[1] https://www.tmmob.org.tr/icerik/planlamanin-sonu-9-kalkinma-plani-tmmob-bildirisi

Geçmişin “Plan mı, Pilav mı” tartışmalarından, 1980 sonrasının “Kalkınma Planı mı, Stratejik Plan mı?” tartışmalarına evrilen süreçte, ulusal, kamusal/toplumsal hedeflere ve öngörülere bağlı plandan ve planlı kalkınmadan bağımsız “projecilik” anlayışına geçilmiştir. Yıllık programların projeciliği bu köke dayanmaktadır. Neoliberal dönemin “Stratejik Planlama” yaklaşımı, gerçekte bütüncül, gerçek stratejik boyutlara sahip merkezi ulusal kalkınma planlaması anlayışının tümüyle terk edilmesini gizleyen bir özelliğe de sahiptir. Bu yöndeki ilk adımlar Yedinci Planda atılmış, Sekizinci Planda olgunlaştırılmış, 5018 Sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu ile de yasallaştırılmıştır. Dokuzuncu ve daha sonraki planlarda ve On İkinci Planda bu yaklaşım hakim olmuştur.

Böylece bütüncül, zorlayıcı (kamu kesimi için emredici, özel sektör için yol gösterici) ve aşamalı, makro planlama, sektör analizleri ve proje seçimi aşamalarından oluşan, planlama anlayışı tamamıyla ortadan kalkmıştır; çok parçalı, kamu kurumları düzeyinde hazırlanan çok sayıdaki stratejik plan ve projelerden oluşan ve bölge planlamasına ağırlık veren bir planlama anlayış artık yerleşik hale gelmiştir. Bu yeni anlayışta, artık kalkınmacı sosyal devlete de yer yoktur.

2014-2018 yıllarını kapsayan Onuncu Plan, DPT eşgüdümünde hazırlanmayan ilk plandır.

Planın, sanayi, kalkınma, bölgesel farklılıklar, makroekonomik göstergeler, yatırımlar, KİT’ler ve enerji üzerine yaklaşımları, gerçek bir planın taşıması gereken planlama, yatırım, kalkınma öğelerinden yoksundur. Örneğin, sanayi sektöründe katma değer artışı sağlayabilecek bir dönüşümün olması ve daimi bir büyüme hızına ulaşabilecek yapıyı kurmak için asgari %4,5 civarında bir yıllık ortalama büyüme hızının tutturulması gerekmektedir ki, Planda buna uygun koşullar ve politikalar bulunmamaktadır. Zira önceki Plan döneminde kamu petro-kimya, tuz, tütün sektörlerinden tamamen çekilmiştir. Elektrik dağıtım, doğalgaz dağıtım, imalat sanayi, limanlar, telekomünikasyon, bankacılık, denizyolu ve havaya taşımacılığında önemli oranda özelleştirmeler yapılmış, KİT’ler tamamen gözden çıkarılmıştır.

Plan metninin bütününde ve enerji ile ilgili bölümünde, siyasi iktidarın sürdürdüğü ve sürdüreceğini bildirdiği politika ve uygulamaların tekrarı söz konusudur. Enerji alanına yönelik sayısal hedeflere hangi programlar ve politikalarla, hangi araçlarla ulaşılacağına dair bilgi yoktur. Özelleştirme uygulamalarının sürdürüleceği, tüm yeni elektrik üretim yatırımlarının özel sektöre bırakılacağı belirtilmektedir.

Onuncu Planda, “2023 hedeflerine ve Onuncu Kalkınma Planının amaçlarına ulaşılabilmesi açısından önem taşıyan, temel yapısal sorunlara çözüm olabilecek, dönüşüm sürecine katkıda bulunabilecek, genellikle birden fazla bakanlığın sorumluluk alanına giren, kurumlar arası etkin koordinasyon ve sorumluluk gerektiren kritik reform alanları için ‘Öncelikli Dönüşüm Programları’ tasarlanmıştır” deniliyor ve ilgili bölümde her bir programın önce bileşenleri, ardından genel koordinatörü ve bileşenlerden sorumlu kurum/kuruluşları belirleniyor, koordinasyonundan ise Kalkınma Bakanlığı sorumlu tutuluyordu. Onuncu Plan, “Öncelikli Dönüşüm Programı” ana başlığı altında yirmi beş alanda neoliberal programı doruğuna vardıran düzenlemeleri de içermekte idi. Bunların arasında İstanbul uluslararası finans merkezi programı, iş ve yatırım ortamı, işgücü piyasası, öncelikli teknoloji alanlarında ticarileştirme, sağlık endüstrileri, sağlık turizmi, aile ve nüfus yapısı, rekabetçiliği geliştiren kentsel dönüşüm programları da bulunmaktadır. AKP iktidarının uyguladığı bütün neoliberal politikalar, istihdam ve çalışma hayatına varıncaya dek Onuncu Plana içerilmiştir.

Yine Onuncu Planda; ithalata olan bağımlılığın azaltılması, yurtiçi tasarrufların artırılması ve israfın önlenmesi, kamu alımları yoluyla teknoloji geliştirme ve yerli üretim ve yerli kaynaklara dayalı enerji üretiminden söz ediliyordu. Bu konular AKP iktidarı tarafından izlenen dış tasarruflara ve ithal girdilere dayalı büyüme stratejisinin bizzat yarattığı sorunlardı. Bu hedeflerde başarılı olunmadığı bellidir, sonuçları hakkında sonraki planda veya başka resmi dokümanlarda hiçbir bilgi bulunmamaktadır.

2001–2005, 2007–2013 ve 2014–2018 dönemlerine ilişkin Sekizinci, Dokuzuncu ve Onuncu Planlarda, neoliberal değişim-dönüşüm doruğa ulaşarak Beşinci Plandan beri süren planlama ve kalkınmanın tasfiyesi doğrultusunda yeni adımlar atılmış; Dünya Bankası ve Avrupa Birliği ile işbirliği doğrultusunda “bölgesel kalkınma ajansları”nın kurulması öngörülmüştür.

Yıllardır emperyalizmin güdümünde uygulanan politikalarla, üretimi yatırımı, sanayileşmeyi, bilimi, teknolojiyi, mühendisliği ve halkı dışlayan uygulamalar planlara içerilmiş, kamu yararını gözeten planlama yönelimi dışlanmıştır. Bu süreçte, Türkiye genelinde sübvansiyonlar büyük ölçüde kaldırılmış, Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT) yatırımları durdurulmuş, büyük ölçekli sanayi kuruluşları ile stratejik kuruluşlar özelleştirilmiş, sabit sermaye yatırımlarında gerileme yaşanmış, Gümrük Birliği hedefleri doğrultusunda tüm sektörlerde korumacılık asgariye indirilmiş, Türkiye sanayisi eşitsiz koşullarda küresel rekabete açılmıştır. Öz kaynaklardan çok ithal kaynaklar girdi olarak kullanılmış, küresel güçlerin dayattığı işbölümü ile fason üretim ve taşeronlaşma egemen kılınmış, kaynak tahsisinin piyasalar ve borçlanma yoluyla sağlandığı bir sanayi/sanayisizleşme politikaları hakim olmuştur.

Onuncu Plan dönemi sonrası 2019-2023 dönemini kapsayan ve gecikerek yürürlüğe giren On Birinci Plan, önceki son planlarla aynı içeriğe sahiptir ve hazırlanış süreci ile hazırlanma yöntemi açısından sorunludur. On Birinci Planın hazırlıkları, Kalkınma Bakanlığı döneminde başlatılmış ve Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı tarafından tamamlanan ilk Plan olmuştur.

1960 sonrası ilk Beş Yıllık Kalkınma Planlarının ciddiyetinden yoksun, planlama teşkilatını kapatıp “her şeye ben karar vereceğim” mantığıyla ve baştan savma bir anlayışla hazırlanan On Birinci Plan; 16 Nisan 2017 tarihli “Anayasa Değişikliği Referandumu” sonrası 6 ay içinde çıkarılması gereken “Uyum Yasaları” çıkarılmadan gidilen 24 Haziran 2018 tarihli “Cumhurbaşkanı ve 27. Dönem Milletvekili Genel Seçimleri” ile hukuki altyapısı eksik bir şekilde kurulan yeni tek adam yönetimi/rejiminin bir ürünü olmuştur.

On Birinci Plan, yeni “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” ile (aslında bir hükümet ve hükümet sistemi yoktur, Cumhurbaşkanına bağlı bakanlar vardır) iddia edildiği üzere bürokraside bir hızlanma yaratılmamış, aksine kurumsal işleyiş, 6 Şubat Kahramanmaraş merkezli depremlerde ve başka birçok örnekte bariz şekilde görüldüğü üzere yok edilmiştir.

On Birinci Planın, temel motivasyonu sermaye-rant çevrelerinin arzu ve talepleri doğrultusundadır. Bu husus, ülke ekonomisinin içerisinde bulunduğu durumdan ötürü son yılların geniş halk kesimleri açısından çok daha zor ve yıkıcı geçmesine neden olmuştur.

2023 hedefleri olarak vaat edilen On Birinci Plan, 2013 hedeflerinin bile gerisinde kalmıştır. Bu süreç hedefleri tutmayan AKP iktidarının plan mantığı ciddiyetten uzaklığının bir başka göstergesidir.

Özetle; Türkiye’nin 1960-1980 arası kalkınmasını sağlayan plan/planlama, kalkınma, sosyal devlet kavram ve yaklaşımları 1980’lerden sonra hızla tasfiye edilmiş; kalkınmanın sonuçlarını vermeyen bir “büyüme” yaklaşımı benimsenmiş ve şimdi de bu yaklaşımın en yozlaşmış biçimine, kamu idari yapısında yaşanan büyük dönüşümler, tasfiyeler ve son yılların referandumları ile birlikte, rant-kayırma-kapkaç ekonomisine ve kuralsızlaşmayı meşrulaştıran yeni tipte bir başkanlık rejimine geçilmiştir.

3. On İkinci Plan Üzerine Genel Değerlendirme

On İkinci Plan, T.C. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı tarafından hazırlanmış, toplam 261 sayfalık bir metin olup, bunun 10 sayfası dış kapak, içindekiler, tablolar ve kısaltmalardan oluşan başlangıç materyalidir. Kalan 251 sayfa, iki bölüm ve 983 maddeden oluşmaktadır.

10 Haziran 2022 tarihli ve 31862 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan On İkinci Kalkınma Planı Hazırlıklarına İlişkin 2022/10 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Genelgesiyle başlayan hazırlıklar kapsamında, kamu kesimi, özel kesim, sivil toplum temsilcileri ile akademik çevrelerin bir araya gelineceği ve Özel İhtisas Komisyonları (ÖİK) kurulması öngörülmüştür.

Konu başlıklarının bölüştürülmesinde izlenen yöntem sorunlu olup, tüm konuların neden Özel İhtisas Komisyonlarında hazırlanmadığının, bu komisyonlardan elde edilecek sonuç, değerlendirme ve önerilerin Plan hazırlıklarına katkı sağlaması yoluna gidilmediğinin gerekçesi belirsiz kalmıştır.

Dokuzuncu Plan dahil, önceki plan hazırlıklarında ÖİK’lere TMMOB ve bağlı Odalarından konu uzmanı isimlerin istendiği ve çalışmalara fiilen katıldıkları bir gerçektir. On Birinci Plan hazırlıklarında TMMOB ve bağlı Odaları sürece davet edilmemiş ve ÖİK’lerde görüşleri alınmamıştır. On İkinci Plan hazırlık sürecinde ise TMMOB önce davet edilmiş, daha sonra sebep belirtmeksizin TMMOB temsilcilerinin toplantılara katılımının sağlanmayacağı bildirilmiştir.

Plan Sunumunda “12’inci Kalkınma Planı hazırlanırken 60 özel ihtisas komisyonu ve 27 çalışma grubu oluşturulmuş, bu kapsamda gerçekleştirilen toplantılara yaklaşık 8.500 kişi katılım sağlamıştır” denilmesine karşın, ilgili resmi web sayfası incelendiğinde, hangi ÖİK ve çalışma gruplarına hangi kurum ve kuruluşlardan isim istendiği, nasıl bir takvimlendirme ve hangi yöntemle rapor üretildiği, hatta rapor üretilip üretilmediği de belirsizdir. Öyle ki, Strateji ve Bütçe Başkanlığı ağ sayfasında yer alan On İkinci Plan özel İhtisas Komisyonu Raporları kısmında herhangi bir rapora ulaşılamamaktadır.

Ayrıca OVP’nin Plan yürürlüğe girmeden hazırlanıp Resmî Gazete’de yayımlanması ve ondan önce 2024 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifinin TBMM’ye sunulması (bütçe teklifi OVP’yi esas alır) ve 2024 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Raporu’nun (kalkınma planını esas alır) yayımlanması söz konusudur. Bu durum, hem ciddi bir bütçe hakkı ihlali hem de bu resmi belgelerin usule uygun hazırlanmamaları (usulün esastan önce gelmesi) nedeniyle hukuki geçerliliklerini de tartışılır hale getirmektedir.

Çünkü OVP’nin tabi olduğu 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nun 16. maddesinin değişik ikinci fıkrasına göre programın, kalkınma planları, stratejik planlar ve genel ekonomik koşulların gerekleri doğrultusunda hazırlanması gerekmektedir. Oysa OVP (2024-2026) söz konusu kanunun öngördüğü şekil şartlarına uygun olmadan hazırlanmıştır. On İkinci Plan (2024-2028) henüz o tarihte Meclis kararı olarak yayımlanmamış olduğu için, OVP’nin plan ile uyumu gözetilmemiştir. Benzer durumlar 2024 bütçe teklifi ve 2024 yılı programı için de geçerlidir.

Böylece kamunun kaynak tahsisleri, Plan hedefleri yerine sözü edilen bütçe belgelerinde (Bütçe, OVP ve Yıllık Program) belirlenen hedeflere/projelere göre yapılmış olacaktır. Bu Anayasa ve 5018’in ihlali anlamına gelmektedir. Aynı durum 2019 yılında da yaşanmış; On Birinci Plan, OVP(2019-2021), 2019 Yılı Bütçesi ve 2019 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı’ndan sonra Meclis’e sevk edilmişti.

“Plan”, hazırlanış süreci kadar, kurgusu, ölçek anlayışı ve kapsamı açısından da sorunludur.

Kalkınma Planları, amaç ve işlevleri gereği özel kesim için “yönlendirici öneri”, kamu kesimi içinse “taahhüt” niteliği taşır. Bu açıdan değerlendirildiğinde On İkinci Plan, özellikle kamu kesimince yapılacak girişimler ve düzenlemelere ilişkin somut hedefler tanımlamaktan uzaktır. Plan, temelsiz “vaatler/dilekler”in sıralandığı bir içeriktedir.

Ülke yönetiminin eğitimde ve toplumsal yaşamda dincilik/dinselleştirme-gericiliği öne çıkaran politikaları ile planda sözü edilen bilim ve teknolojide ilerleme, bilimsel araştırma ve üretim, “milli teknoloji hamlesi” girişimi gibi hedefler/vaatlerin çeliştiğinden ve uyumsuzluğundan söz etmek mümkündür. Planın hemen her bölümünde güncel teknolojilere, dijital dönüşüme ve teknoloji geliştirmeye vurgu yapılarak bu amaçlarla nitelikli insan gücünün eğitilmesi ve yetiştirilmesine değinilmektedir. Oysa analitik düşünme, sorgulama, matematiksel ve mantıksal modeller oluşturma, bütünü ve bileşenleri bir arada kavrayarak yorumlama, sorun tanımlama ve çözme, yöntem geliştirme gibi yetkinlik ve beceriler, aydınlanma ve laik eğitim-öğretimle ilköğretimden başlayarak genç kuşaklara kazandırılmadıkça verimli sonuçlar alınması mümkün değildir.

Plan tek adam rejiminin yarattığı temel sorunları çözemeyeceğinin de itirafıdır. Plan bütünü itibarıyla bir vaatler silsilesidir. Temelsiz temennilerin önümüzdeki 2024-2028 yıllarında ve ciddi bir kriz ortamında gerçekleşmesi mümkün değildir. 21 yıllık iktidar pratiği de bunun somut kanıtıdır.

Diğer yandan bu ve önceki birkaç planda toplumsal kalkınmaya ve toplumun tercih ve istemlerinin inşasına yönelik bir amaç fonksiyonu olmadığını da belirtmek gerekir.

Bu nedenlerin bütünü itibarıyla mevcut doküman bir plan olarak değerlendirilemez.

4. On İkinci Plan, Önceki Planlar ve OVP’ler: Uyumsuzluklar, Gerçekçi Olmayan, Gerçekleştirilemeyen Öngörü ve Hedefler

Bugünkü ekonomik yapının içinde ‘plan ve hedeflerin’ rolü, yeri ve durumuna da son planlar bağlamında değinmekte yarar var.

Türkiye ekonomisinin 1980 ve AKP’nin iktidara geldiği 2002 sonrası süreci, ekonominin emperyalizmin çıkarları doğrultusundaki küresel sermaye hareketlerine bağımlılığını net olarak ortaya koymaktadır. Dolayısıyla böyle bir ekonomide en başta orta ve uzun vadeli “plan” belgelerinin itibarının kalmadığının altını çizmek gerekmektedir. AKP iktidarının her planlamasında olduğu gibi On İkinci Plan hedefleri de tutarsız ve iktisadi-toplumsal gerçeklerden uzaktır. Bu durum Orta Vadeli Planlar ile bütçelerde, yıllık programlar dahil birçok “staretjik plan”da mevcuttur ve planlar arası uyumsuzluk, hatta çelişkiler de bulunmaktadır. Günümüzde plan ve hedeflerin ciddiye alınmamasının, itibarsızlaşmasının bir nedeni de budur.

Planlar, orta vadeli plan ve programlar, bütçeler ve diğer resmi dokümanların tahminleri ile gerçekleşmeleri arasında ve kendi içlerinde bir iç tutarlılık olması beklenir. Ancak böylesi bir uyum yoktur ve hemen her konuda olduğu gibi tahminler tutmamakta, sürekli olarak revize edilmektedir.

Örneğin, 2022-2024 yıllarını kapsayan Orta Vadeli Program’da(OVP) dolar kuru 2021’de 8,30 TL, 2022’de 9,27 TL, 2023’te 9,77 2024’te 10,27 olarak öngörülmüştü, fiili durumda ise büyük bir yanılma olduğunu görüyoruz. Sonraki OVP’de ise 2022 beklentisi 9,27’den 16,62’ye yükseltildi. 2023 beklentisi 21,52, 2024 beklentisi ise 24,62’ye, 2025 yılı dolar kuru beklentisi ise 25,77 çıkarıldı.

Eylül 2023’te yayınlanan (2024-2026)OVP’de ise son olarak 2023 sonu dolar/TL beklentisi 23,9, 2024 tahmini 36,8, 2025 tahmini 43,9, 2026 için 47,8 olmuştur.

Onuncu Planda 2023 için 25 bin dolar olan kişi başına milli gelir hedefi, On Birinci Planıda 12 bin 484 dolara; son OVP’de ise 12 bin 415 dolara indirildi. Yani 2013 yılında 12 bin 582 dolar olan kişi başına gelir düzeyine, 2023-2024 yıllarında bile ulaşılamayacağı itiraf edilmektedir.

Onuncu Plandaki enflasyon hedefi tek haneli idi. Onbirinci Kalkınma Planı’nda 2019-2023 yılları için öngörülen enflasyon hedefi de %5; 2022-2024 yıllarına ilişkin OVP’de %7,6 olarak öngörülmekteydi. Yine Eylül 2023’te yayınlanan son (2024-2026)OVP’de ise enflasyon 2023 için %65 olarak belirlenmiştir.

Belgeler gösteriyor ki Onuncu Planda GSYH 2023 hedefi 2 trilyon dolardı. On Birinci Planda ise 2023 hedefi 1,1 trilyon dolara çekildi. Yani 2023 hedefinde yarı yarıya bir düşüş gerçekleşmiş. Aynı şekilde kişi başına milli gelir hedefi 25 bin dolardı ancak On Birinci Planda 12 bin 484 dolara çekildi.

Tüm bu veriler ışığında 2024 yılında enflasyonun öngörünün üzerinde, büyümenin ise öngörünün altında gerçekleşmesi olasılığı büyümektedir.

2012 sonunda, Cumhuriyetin 100. yılı olan 2023 için, ekonomik, siyasi ve altyapı hedeflerinin olduğu 100’e yakın madde açıklamıştı. Bu hedeflerin en iddialı olanları arasında yıllık gayrisafi yurtiçi hasılayı (GSYH) 2 trilyon dolara çıkararak dünyanın ilk 10 büyük ekonomisi arasına girmek, kişi başına düşen milli geliri 25 bin dolara yükseltmek ve 500 milyar dolarlık ihracat yapmak vardı. Ancak bu hedefler hayal olmaktan öteye geçemedi.

Son OVP (2024-2026), 2023 gerçekleşme tahminleri ile Onuncu ve On Birinci Planlardaki 2023 hedefleri ile karşılaştırıldığında, iktidarın, kurduğu tüm hayallerin açık ara gerisine düştüğü görülmektedir.

On İkinci Planın “Dünya Ekonomisine İlişkin Temel Makroekonomik Göstergeler” başlıklı bölümü ve Tablo–1’de; 2024–2028 aralığında ortalama küresel büyümenin %3,1 olarak gerçekleşeceği, bu oranın gelişmiş ekonomiler için %1,7 civarında seyredeceği tahmini yer almaktadır.

“Yükselen Piyasalar ve Gelişmekte Olan Ekonomiler” başlığı altında da ülke büyüme tahminlerine yer verilmektedir. Buna göre, önümüzdeki 5 yılda en hızlı büyüyen ekonomi %6,3 oranıyla Hindistan olurken, onu %5 ile Türkiye izlemektedir. Çin %3,9, Rusya %1, Brezilya %1,9 ile geride kalmaktadır. Ancak tablonun dipnotlarından, Türkiye dışındaki verilerin IMF’nin Ekim 2023 Dünya Ekonomik Görünüm Raporu’ndan alındığı anlaşılmaktadır. Buna karşın, Türkiye’ye ilişkin rakamlar planın,yani iktidarın tahminleridir. Halbuki IMF’nin söz konusu raporunda, Türkiye’nin 2024 büyümesi %3, 2028 büyümesi ise %3,2 olarak öngörülmektedir. Benzer düşünce sistemiyle, Hindistan’a, Brezilya’ya ilişkin tahminler de o ülkelerin hükümetlerinden alındığında tablo değişecektir.

Aynı IMF raporunda Türkiye’nin 2024 ortalama enflasyonu %54,3; 2024 ve 2028’e ilişkin cari açığın da sırasıyla %3 ve %2,3 varsayıldığı da hatırlanmalıdır.

Rakamlarla oynanılırsa, haliyle Türkiye’nin GSYH’si 2028’de 1.589 milyar dolara, kişi başına gelir de cari rakamlarla 17.554 dolara, satın alma gücü paritesine göre de, 58.555 dolara yükselir. Bu şekilde gerçeklik dışına çıkılarak 2053 yılında Türkiye’nin üst gelir grubuna terfi edeceği, ilk 10 ekonomi arasına gireceği, satın alma gücü temelinden ilk 5 ekonomi arasına gireceği gibi hayallerle uçuk projeksiyonlar yapılmaktadır.

On İkinci Planda “İstikrarlı Büyüme, Güçlü Ekonomi” gibi başlıklar altında 2024–2028 arasında “307. Plan döneminde büyüme oranının yıllık ortalama yüzde 5,0 oranında gerçekleşmesi” hedefi diğer parametreler ile birlikte sunulmaktadır. OVP’de, 2024’te %4,0, 2025’te %4,5, 2026’da ise %5 büyüme öngörülüyordu. Her iki belgenin uyumlu olmasının gözetildiği varsayılırsa, demek ki 2027–2028’de %6 gibi çok yüksek büyüme oranları hedeflenmektedir. Ülkenin nüfus artışının yavaşladığı, toplam faktör verimliliğinin bizzat programca 2019–2023 ortalaması %1,6’nın altında, bu plan dönemi için %1,1 beklendiği bir ortamda %5 ortalama büyüme gerçekçi görünmemektedir. Ayrıca yine katma değer içerisinde tarımın payının %6,5’ten %6,2’ye düşmesi beklentisi, gıda güvenliğinin öne çıktığı, jeopolitik çatışmaların tırmandığı bir konjonktürde anlamlı görünmemektedir.

Planda özellikle istihdam ve işsizlik değerlendirmelerinin Covid 19 salgınına indirgendiği hedeflerin ise iyimser vaatler olarak oluşturulduğu görülmektedir. OVP’ye göre işsizlik oranı 2024’te %10,3’e yükselecektir. İstihdamın 2024–2028’de her yıl %3 artarak, 2028’de 36,621 milyona çıkması, böylelikle işsizliğin %7,5’e düşmesi de bu sebeple iyimser görünmektedir.

“Ödemeler Dengesi” konusunda “sağlıklı bir ödemeler dengesi yapısı”ndan söz edilmektedir. Oysa OVP’de 2024–2026 yılları için toplam 96,4 milyar dolar cari açık beklendiği belirtilmektedir. Planda ise, 2028’de cari açığın 2,8 milyar dolara kadar daralması öngörülmektedir. Bu hedef, seyahat gelirlerinin 82,8 milyar dolara, ihracatın ise 375,4 milyar dolara çıkmasıyla tutturulabilecektir. OVP’de 2026 yılı ihracat beklentisi 302,2 milyar dolardır. 2028’de ihracatın birdenbire 73,2 milyar dolar artışı hayal ürünüdür. Dünya ticaret hacminin yıllık %3,5 artması beklenen bir dünya konjonktüründe, yılda %9’luk bir ihracat artışını gerçekleştirecek bir yapısal dönüşüm olanaklı değildir.

Onuncu Planda 2023 yılı için enflasyonun tek hanelere düşürülmesi hedeflenmişti. On Birinci Planda ise iktidar, enflasyon oranını %5’e kadar kademe kademe indirmeyi hedeflemiş olsa da, Onuncu Kalkınma Planı’ndaki %4,5’lik 2018 hedefi amaçlanandan çok uzakta, %20,3 olarak gerçekleşmiştir ve On Birinci Plandaki %5 olan hedefin ise %65 olarak tahmin edildiği bilinmektedir.

Sunulan planlar, programlar ve birbirini tutmayan politika ve uygulamalar değişmediği sürece hedefler de tutmayacak, imaj algısı içeren hayalperest kurgu ve vaatlerden başka bir şey ifade etmeyecektir.

Özetle iktidarın önceki tüm 2023 hedefleri çökmüş durumdadır. Benzer hedeflere On İkinci Planda tarih değişiklikleriyle yer verilerek kamuoyunun bu tahminlere inanmasını ve kabul etmesini beklemek mümkün değildir.

5. On İkinci Kalkınma Planı Eksenleri Üzerine Genel Değerlendirme

Birinci bölümde, “Plan Öncesi Dönemde Dünyada ve Türkiye’de Gelişmeler” başlığı altında planın hazırlandığı dönemin ekonomik ve sosyal koşulları, planı hazırlayanların yaklaşımı çerçevesinde özetleniyor.

“Uzun Vadeli (2024-2053) Gelişmenin Stratejisi ve On İkinci Kalkınma Planının (2024-2028) Temel Amaç ve İlkeleri ile Hedef ve Politikaları” başlıklı ikinci bölümde, planın eksenleri, gerçek içeriği gizleyecek şekilde, beş ana başlık altında, “istikrarlı büyüme, güçlü ekonomi”, “yeşil ve dijital dönüşümle rekabetçi üretim”, “nitelikli insan, güçlü aile, sağlıklı toplum”, “afetlere dirençli yaşam alanları, sürdürülebilir çevre” ve “adaleti esas alan demokratik iyi yönetişim” olarak belirlenmiştir.

Bu beş başlık üç kısma ayrılmıştır. Birinci kısımda, Saray’ın etkilerinin hissedildiği bir “Uzun Vadeli (2024-2053) Gelişmenin Stratejisi” başlığı altında “2053 Yılında Türkiye” sözde vizyonuna yer verilmiş. AKP’nin olağan bir planlama döneminin çok ötesine giden iddialı hedefler sergilediğini ve Onuncu Planda 2023’e dönük 10 yıllık hedefler belirlediğini bilinmektedir. Bunların tümüyle geçersiz kalmış olması üzerine aldatmaca bu defa 30 yıl sonrasını hedefliyor!

İkinci bölümün ikinci kısmında On İkinci Planın “Vizyonu, Amaç ve İlkeleri” kısaca belirtiliyor.

İkinci bölümün üçüncü kısmı ise Planın esas gövdesini oluşturuyor. Bu kısım yukarıda belirttiğimiz beş ayırımdan oluşmuş. Bunlardan ilk ikisi ekonomi ağırlıklıdır: “3.1. İstikrarlı Büyüme, Güçlü Ekonomi”; “3.2. Yeşil ve Dijital Dönüşümle Rekabetçi Üretim”. Son üç ayırımda ise ideolojik-siyasi damga ve rant esaslı politikalar oldukça belirgindir: “3.3. Nitelikli İnsan, Güçlü Aile, Sağlıklı Toplum”; “3.4. Afetlere Dirençli Yaşam Alanları, Sürdürülebilir Çevre”; “3.5 Adaleti Esas Alan Demokratik İyi Yönetişim”.

Birinci bölümde “Dünyada ve Türkiye’deki Gelişmeler” bağlamında sıralanan konular, akıllara, sorunları yaratanlardan onları çözmesi nasıl beklenir, sorusunu getiriyor. Örneğin “Küresel Gelişmeler ve Eğilimler” başlığı altında “Gıda Güvenliği” alt başlığı var ancak Türkiye’nin gıda egemenliğini yitirmesi ve dışa bağımlı hale gelmesinin sorumluluğu çok büyük ölçüde AKP iktidarının politikalarıdır. Uluslararası ölçekte “Eğitim Yaklaşımlarının Değişmesi” ise AKP’nin eğitimi imam-hatipleştirme, dinselleştirme yaklaşımı arasında dağlar kadar fark olan bir konudur. Bu bölümde yer verilen tüm alt-başlıklar benzer durumdadır.

Önceki On Birinci Planın kurgusu olan “hedef 2023” iddiasının plan döneminde gerçekleştirilememesi ve hedeflerin bile gerisine düşülmesi üzerine On İkinci Planda hedefler revize edilerek “2053 Yılında Türkiye” başlığı altında yeni bir hedef belirlenmiştir: “hedef 2053”. Bu hedefe bir sonraki bölümde ayrıca değineceğiz.

On İkinci Planın temel eksenleri yeni olmayıp, On ve On Birinci Planın devamı niteliğinde ve aynı kavramsal çerçeveye sahiptir. Önceki planlarda da yer alan ve neoliberal terminolojide sıklıkla kullanılan “rekabetçi verimlilik”, “her alanda rekabetçilik” gibi bilindik piyasacı yaklaşıma dayandırılmıştır.

Makro Ekonomik Politika Çerçevesi bölümündeki, “rekabetçiliği odağına alan”, “kurala dayalı serbest piyasa ekonomisini destekleyecek politikalar”, “piyasaya giriş çıkışları kolaylaştırıcı, rekabeti güçlendirici ve piyasa aksaklıklarını giderici düzenleme ve uygulamalar”, “dalgalı kur rejimi sürdürülecek”, “uluslararası sermayenin ülkemize çekilmesine yönelik sermaye hareketlerinin serbestliği doğrultusunda uygulamalar” ve benzeri ifadeler, neoliberal anlayışın ifadelerdir ve uluslararası sermayeye güven tazelemeye yönelik kaleme alınmış yaklaşımlardır.

Kamunun yatırımcı rolü, üretim yapma ve istihdam yaratma misyonu On İkinci Planda da yoktur. Tüketime dayalı bir ekonomi olan Türkiye’de tüketimin az bir gerilemeyle, 2028’de de GSYH’nin %66,7’sini oluşturacağı, yatırımların payının ise %32,6 ile fazla değişmeyeceği varsayılmaktadır.

“Enflasyon” değerlendirmeleri ve vaatleri de yine Covid 19 salgını, dünya ekonomisi, küresel yapı üzerinden değerlendirilmektedir. “(…) enflasyonun orta vadede tek haneli rakamlara düşürülmesi ve fiyat istikrarının sağlanması temel amaçtır” denilmektedir.

Planda 2023 yılı enflasyonu %65 olarak tahmin edilmektedir. 2028’de ise enflasyonun %4,7’ye düşmesi beklenmektedir. Bu sonuca teknik olarak ancak talebin daraldığı bir ekonomik durgunluk senaryosunda ulaşılabilir. 2028 yılı için %6 büyüme planlanırken, enflasyondaki bu keskin düşüş mantıkla açıklanamamaktadır. Kaldı ki, TÜFE yılsonu tahmini yüzde 65’e çıkarılmıştır ama henüz Ekim ayında yüzde 61,36 düzeyine ulaşılmıştır; dolayısıyla yılsonu itibariyle yüzde 70 civarında gerçekleşmesi daha büyük olasılıktır. Tüm bu veriler ışığında 2024 yılında enflasyonun öngörünün üzerinde, büyümenin ise öngörünün altında gerçekleşmesi olasılığı büyümektedir. On İkinci Planda öngörülen büyüme, nereden, nasıl ve kimlerden sağlanacaktır? Planda bu sorular yanıtsız bırakılmakla beraber, son dönemlerin ekonomiyi yönetim tarzına uygun bir şekilde ‘olacaktır, gerçekleşecektir’ gibi, nasıl olacağı ve ne şekilde gerçekleştirileceği belirtilmeden yazılan altı boş ifadelerden öteye gitmeyen ‘vaatler’ ve ‘temenniler’ yer almaktadır.

On Birinci Plan dönemi boyunca ülkemizin içine girdiği yapısal, toplumsal ve ekonomik sorunlara, On İkinci Planda sıklıkla “Covid-19 Küresel salgını” sebep olarak gösterilmiştir. Temelde olan neoliberal politikalar, sömürü, tek adam rejiminde doruğa ulaşan rant yağmasının yapısal sonuçları ve uygulanan politikalar doğal olarak yok sayılmıştır.

Yıllardır emperyalizmin güdümünde uygulanan politikalarla üretimi yatırımı, sanayileşmeyi, bilimi, teknolojiyi, mühendisi, mimarı, şehir plancısını ve halkı dışlayan uygulamalar On İkinci Planda da sürmekte, ülke, kamu/toplum yararını gözeten politikalar bulunmamaktadır. Sanayinin gelişmesini ve tarımda gıda egemenliğini sağlayacak, her alandaki dışa bağımlılığı azaltacak, ekonomik büyümeyi en geniş toplumsal tabana yayacak, refah ve istihdam sağlayacak, ülke ve kamu yararına bir yatırım ve üretim planlamasının yokluğu, kendini açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Artan dışa bağımlılığı yok edecek, gerçekçi bir gelecek vizyonu planda yoktur.

Dünyada korumacılık eğilimlerinin arttığı belirtilmesine karşın, önceki planlardaki gibi “Uluslararası sermayenin ülkemize çekilmesine yönelik sermaye hareketlerinin serbestliği ilkesi doğrultusunda uygulamalara devam edilecektir” denilerek yabancı sermayeye bağımlılık ve yüksek faiz ödemelerinin devam edeceği görülmektedir. Ayrıca Türkiye ekonomisinin aleyhine olan “Gümrük Birliği’nin güncellenmesine” birçok yerde değinilerek ülkemizin aleyhine olan kısıtlamaların sürdürüleceği anlaşılmaktadır.

5. On İkinci Planın Hedef ve Politikaları Açısından Değerlendirmesi

Gerek On İkinci Plan gerekse son OVP metinlerinde yazılı olmayan büyük bir hedefi var: Kıdem tazminatını fona dönüştürerek tedricen sistemden çıkarmak. Bu hedef yarım yüzyıla yakındır hep gündeme gelir. Emeğe açık saldırıların 12 Eylül rejiminin bile göze alamadığı bu konu şimdi tedrici bir süreç içinde ele alınmaktadır.

“Kıdem Tazminatı” kavramının yerine son yıllarda “tamamlayıcı emeklilik sistemi” kavramı kullanılıyor, üstelik büyük harflerle TES kısaltması kullanılmadan! OVP’de (s. 26, Tedbir 21) buna yer verilen bölümün başlığı dikkat edilirse “Finansal İstikrar”dır. Üstelik sosyal güvenlik sistemine ilişkin düzenlemeler, olması gerektiği gibi “Kamu Maliyesi” bölümünde yer alırken, “tamamlayıcı emeklilik sistemi” orada yer almıyor. Çünkü niyet bellidir: Kamu maliyesinde finansal sıkışıklık gene çok büyümüştür; 2023-2026 dönemi Merkezi Yönetim Bütçesi açıkları toplamı 8 trilyon TL’yi buluyor. Faiz giderleri de aynı dönemde 6 trilyon TL’ye çıkıyor. Merkezi Yönetim Bütçesi açıklarının GSYH’ya oranı 2023 ve 2024 için yüzde 6,4 olarak öngörülüyor.

On İkinci Plan metninde de benzer yaklaşımın görülmesi şaşırtıcı değildir. Gene Kıdem Tazminatı’na herhangi bir atıf yoktur. Ama bol miktarda “tamamlayıcı emeklilik sigortası” (TES) ifadesi yer almaktadır. Hemen belirtelim ki, TES projesi yeni değildir; AKP yıllardır birçok plan-program metninde bu hedefe aynı ifadeyle yer vermiştir. Belirtilmelidir ki, Yerel Seçimler öncesinde kıdem tazminatına bir saldırının açıkça yazılmasının siyaseti oportünitesi AKP açısından yüksek olmazdı. Kaldı ki bir de sendikaları, onların konfederasyonlarını, üye tabanlarını hazırlama-ikna-aldatma süreci için zamana ihtiyaçları var. Çünkü 48 yıldır uğraşılıp da bir türlü tasfiye edilemeyen bir sosyal güvence ve ekonomik haktan bahsediyoruz.

On İkinci Planda, “Yurtiçi Tasarruflar” (s. 60 vd.) ile “Sosyal Güvenlik Sistemi ve Finansmanı” (s.75 ve devamında) başlıkları altında bu konulara değinen “Politika ve Tedbirler”e yer verilmektedir. Aynen aktarıyoruz:

“Yurtiçi tasarruflar” başlığı altında (s.60) (vurgular bize aittir):

349. Bireysel Emeklilik Sistemi (BES) daha cazip hale getirilerek fon tutarı ve katılımcı sayısı artırılacak, Otomatik Katılım Sistemi (OKS) işveren katkısını içerecek şekilde geliştirilecek ve fon çeşitliliği sağlanacaktır.

349.1. OKS’nin işveren katkısını da içeren ikinci basamak emeklilik sistemine dönüşeceği tamamlayıcı emeklilik sistemi kurulacaktır.

349.2. OKS’de fon çeşitliliği katılımcıların farklı risk algısı ve tercihlerini dikkate alacak şekilde artırılacaktır.

(349.4.’te ise, özetle, ‘BES katılımcılarının fonlarının, ihdas edilecek “yaşlı bakım sigortası” bağlamında, isteğe bağlı olarak uzun dönem bakım teminatına dönüştürülecektir. denilmektedir).

349.6. OKS’de olduğu gibi BES’ten emekli olan bireylerin birikimlerini toplu olarak çekmeleri yerine programlı geri ödeme veya yıllık gelir sigortası şekilinde almaları özendirilecektir.

“Sosyal Güvenlik Sistemi ve Finansmanı” başlığı altında (s.76 ve 77):

405. Sosyal güvenlik mevzuatı ve uygulamaları değişen işgücü piyasası koşullarına ve yeni nesil esnek çalışma modellerine uyumlu hale getirilecektir.

405.1. Dijitalleşmeyle birlikte geleneksel işyeri kavramının dışında ortaya çıkan yeni çalışma modellerinin sosyal güvenlik sistemiyle uyumlaştırılması için teknik ve hukuki altyapının güçlendirilmesine ilişkin çalışmalar yapılacaktır.

405.2. Sosyal güvenlik uygulamalarının başta kısmi süreli çalışma olmak üzere esnek çalışma modelleriyle uyumu artırılacaktır.

406. Kişilerin daha çok istihdamda kalmasını teşvik eden, hakkaniyeti ve aktüeryal dengeyi önceleyen düzenlemeler hayata geçirilerek sosyal güvenlik sisteminin mali sürdürülebilirliği güçlendirilecektir. [TMMOB Notu: prim ödeme gün sayısının artırılmasını kapsıyor olabilir.]

406.1. Sosyal güvenlik sisteminde hakkaniyeti ve aktüeryal dengeyi güçlendirecek reformlar hayata geçirilecektir.

406.2. Aylık bağlama sistemi kişilerin daha çok istihdamda kalmasını teşvik edecek ve mali yük getirmeyecek şekilde yeniden düzenlenecektir.

406.3. Sosyal güvenlik sisteminin mali sürdürülebilirliğinin sağlanması amacıyla emeklilik kriterlerinin belirlenmesinde doğuşta beklenen yaşam süresi artışı ile uyumlu otomatik ayarlama mekanizmalarına ilişkin çalışmalar yapılacaktır.

[TMMOB Notu: Burada, eğer emeklilik yaşının uzatılması kastedilmiyorsa prim ödeme gün sayısının artırılmasının kastedildiği de anlaşılabilirdi. Ancak, On İkinci Planın ilk yılı olan 2024 yılı için daha ayrıntılı tedbir ve faaliyetlere/projelere yer veren “2024 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı” 26 Ekim itibariyle TBMM’ye sunulunca konu daha fazla netleşmiştir. 2024 Yılı Programının 113. sayfasında yer alan Planla aynı sayılı Tedbir 406/3, yukarıda verilen ifadeyi tekrarladıktan sonra tablonun “Yürütülecek Faaliyetler ve Projeler” sütununda, “Doğuşta beklenen yaşam süresindeki artışa uyumlu olarak emeklilik yaşının belirlenmesi için otomatik ayarlama mekanizmalarına ilişkin çalışma yapılacaktır” düzenlemesine yer verilmektedir. Bu durumda, belki hemen 2024 yılı için olmasa da, emeklilik yaşının uzatılmasına ilişkin bazı çalışmalar yapılmasının planlanabileceği öngörülebilir. Ancak kanımızca, bugünkü aşamada daha çok kamuoyunun vereceği tepkilerin ölçülmesi amaçlanmaktadır.]

407. Nüfusun yaslanmasının sosyal güvenlik sistemi üzerindeki etkilerinin azaltılması için bakım sigortası ve mesleki rehabilitasyon uygulamaları hayata geçirilecektir.

407.1. Yaşlı bakım hizmetlerinin finansmanı için bakım sigortası kurulacaktır.

407.2. Sürekli iş göremezlik geliri veya maluliyet aylığı alan kişilerin yeniden işgücü piyasasına dönmesi için mesleki rehabilitasyon uygulaması hayata geçirilecektir.

408. Sosyal güvenlik sisteminde prim tahsilatları artırılacaktır.

408.1. Prim borçlarının takip ve tahsilat süreçleri etkinleştirilecektir.

410. Sosyal güvenlik sistemi, emekli refahının artırılması ve kişilere ilave sağlık güvencesi sağlanması amacıyla tamamlayıcı emeklilik ve sağlık sistemleriyle desteklenecektir.

[TMMOB Notu: Sadece TES değil aynı zamanda bir “tamamlayıcı sağlık sigortası”(TSS) öngörülmektedir. Bu, sağlık sigortasının piyasalaştırılmasında yeni bir adımdır.]

410.1. Genel Sağlık Sigortası sisteminin sürdürülebilirliğinin güçlendirilmesi, kişilere alternatif bir sağlık güvencesi sağlanması ve sağlık hizmet sunumundaki kapasitenin etkin kullanımı için tamamlayıcı sağlık sigortacılığı teşvik edilecektir.

Görüldüğü gibi On İkinci Plan, son OVP’deki politikaları biraz daha ayrıntılandırmaktadır. Ortada sosyal güvenlik ve sağlık sistemlerinin piyasalaştırılması niyetleri dışında, kıdem tazminatının bir TES sistemi içinde eritilerek süreç içinde tasfiyesi de bulunmaktadır. Bu arada bir “yaşlı bakım sigortası”(YBS) kurulmasının ve yeni bir fon biriktirim aracı elde etmenin hesapları da vardır. Böylece, hem özel sektöre yeni sigortacılık alanları açılması, hem de daha önemlisi, kamunun finansman ihtiyaçlarının emrine sunulacak üç fonun kurulması müjdelenmektedir: TES, TSS ve YBS... Sermayenin öteden beri tasfiyesi için uğraştığı “kıdem tazminatı” hakkının tarihe gömülmesi bu süreçte “başarılabilirse”, sermaye düzeninin kadim taleplerinden biri daha gerçekleşecek demektir.

Peki işçi sınıfının bu kadar kolay teslim alınması sağlanabilecek midir? Temel soru budur. Bu noktada, hem “kıdem tazminatına saldırı genel grev nedenidir” diyen (hatta bunu genel kurul kararlarına bağlayan) sendikal konfederasyonlara hem de emeğin davasını savunan meslek örgütlerine ve sol partilere toplumsal bilinçlenmeyi sağlama ve bu kapsamlı saldırıyı durdurma mücadelesinde büyük görevler düşmektedir.

On İkinci Plan hedeflerinde dikkati çeken noktalardan birisi de 2023’e göre artan tasarruf tahminidir. Nerede ise son çözüm olarak “yastık altı ekonomi”ye (s. 68, m. 378.6.) bel bağlanarak yurtiçi tasarrufların artması gündeme getirilmekte; yatırımların çoğalması, işsizliğin azalması ve enflasyonun düşmesi ise, “332. İstikrarlı ve güçlü büyümenin önemli finansman kaynağı olan yurtiçi tasarrufların artışına yönelik yeni araçlar, ekonomik aktivitenin dışsal şoklara karşı önemli bir dengeleyicisi olan iç taleple uyumlu olacak şekilde geliştirilecektir”(s. 56) ve “305. Yurtiçi tasarrufların artırılmasına yönelik yeni araçlar iç taleple uyumlu olacak şekilde geliştirilecek, artan tasarruflar üretken alanlarda yatırıma yönlendirilecektir” (s. 53) gibi genel geçer sözlere bağlanmaktadır.

Planın rakamsal hedeflerine baktığımızda, algı ve hayalperest vaat oluşturma çabaları önceki 2023 hedefinden 30 yıl sonraya, 2053’e yönelmiştir. 30 yıllık bir kurgu, bağlı olunan kapitalist planlama anlayışına aykırı olduğu gibi, bu denli uzun bir sürenin ekonomik planlaması özellikle AKP iktidarı açısından tamamen spekülatiftir. İktidarın vermek istediği mesaj da esasen ekonomik değil siyasidir. Çünkü 2053, İstanbul’un Fethinin 600. Yıldönümüdür. Fetihin 600. yıldönümü, çağdaş tarihsel toplumsal gerçekliklerin önüne geçirilmektedir. Bu 2053 hayali “264. Türkiye ekonomisinin üst gelir grubunda bir ülke olarak küresel ölçekte rekabetçiliği ve yenilikçiliği teşvik eden yapısal dönüşümleri gerçekleştirerek 2053 yılında ilk 10 ekonomi, satın alma gücü paritesine göre ise ilk 5 ekonomi arasında yer alması hedeflenmektedir” (s. 45, bölümün tamamı: 45-49, m. 261-284) ve “340. Plan dönemi sonunda cari GSYH’nın 1.589 milyar dolara, kişi başına gelirin 17 bin 554 dolara ulaşarak ülkemizin yüksek gelirli ülkeler sınıfına girmesi öngörülmektedir” (s. 56) şeklinde ifade edilmiştir.

2053 için yapılan ekonomik hedefler, ekonomik olarak anlamsızdır, çünkü temelleri olmayan hayaller ve imaj oluşturma çabaları eşliğinde dile getiriliyor: “Türkiye ekonomisinin ilk 10 ekonomi, satın alma gücü paritesine göre ise ilk 5 ekonomi arasında yer alması hedeflenmektedir” .

Benzer biçimde, imalat sanayii ihracatında yüksek teknolojili sanayilerin payı vb. konularda da 2053 hedefleri desteksiz olmaktan öteye gidememektedir.

İnsani gelişme endeksi sıralamasında 2053’te ilk 20 ülke arasına girme hedefi” de, bugünkü eğitim, yoksullaşma, yaşam koşulları vb. gerçeklere bakıldığında hayal-ötesidir.

Türkiye 2053 yılında tarımsal milli gelir bakımından dünya ülkeleri arasında 7’inci sıraya yerleşecektir” iddiası da aynı şekilde havada durmaktadır.

Planın “Vizyon, Temel Amaç ve İlkeleri” ise iktidar uygulamalarının 360 derece tersi bir hedefle başlıyor: “Hukukun üstünlüğü, demokrasi, temel hak ve hürriyetlerin güçlendirilmesi”! (s. 49, m. 287).

Aynı şekilde, liyakat normunun tamamen tasfiye edildiği bir yönetim anlayışı hakim iken onun tam tersi olan “liyakat esaslı güçlü kurumsal yapılar”ın (s. 51, m. 291) amaçlanması da demagojik bir söylem olarak kalıyor.

Anayasa ihlallerinin, hukukun, yasaların, temel hak ve özgürlüklerin ayaklar altına alındığı; kurumların içinin boşaltılarak kurumlar dışı siyasi atamaların yaygınlaştığı koşullarda bu tür “hedef, amaç, vizyon”, programın ciddiyetsizliğini daha fazla ortaya koyuyor.

Planın ana gövdesine, yani ikinci bölümün üçüncü kısmına, “Planın Hedefleri ve Politikaları”na gelince, 3.1. “İstikrarlı Büyüme, Güçlü Ekonomi” ayırımınından ve devamından akılda kalan, “tarım sektöründe gıda arz güvenliğinin sağlandığı” (s. 52, m. 299 ve s. 54, m. 321), ama bunun için tarımsal desteklerin iyileştirilmesinden hiç söz edilmediği!; kişi başına gelirin Plan dönemi sonunda (2028’de) 17.554 dolara ulaşacağı; ihracatın 375 milyar dolara yükseleceği (OVP’de 2026’da 302 milyar dolara çıkacaktı!) vb. gibi bol miktarda dayanaksız hedefler peşpeşe sıralanıyor. Sözel hedeflerin bir bölümü geçmiş plan metinlerinde de bulunabilecek klişelerden (“emisyon azaltımı”, “sıfır emisyon”!) ibaretken, bir bölümü de sermayenin taleplerini (yeşil ve dijital dönüşüm, “işgücü piyasasının ‘güvenceli’ esnekleştirilmesi”, “İşgücü piyasasının esnekliğini geliştiren düzenlemeler”) karşılamaya yöneliktir.

Önceki planda olduğu gibi On İkinci Planda da imalat sanayiine geniş yer verilmiş, “öncelikli sektörler” arasında kimya, ilaç ve tıbbi cihaz, makine-elektronik teçhizat, otomotiv ve raylı sistem araçları başlıkları bulunmaktadır. “öncelikle gelişme alanları” ise tarım ve gıda, enerji, savunma sanayi ve turizm olarak belirlenmiştir.

İlginç olan, tarım, sanayi ve hizmetler sektörlerinin GSYH içindeki göreli paylarının Plan dönemi sonunda yani 2028’de 2022’deki yapısını aynen koruyor olmasıdır (s. 58, Tablo 2). Başka deyişle, yeni planda imalat sanayiine ilişkin çok sayıda dönüşüm vaadi varken, sanayinin GSYH içindeki payında hiçbir değişiklik olmamakta, yüzde 26 küsurlara (salt imalat sanayii bakımından ise yüzde 22’lere: s. 85, Tablo 12) demir atmaya devam edileceği görülmektedir. Diğer yandan sanayideki yüksek fason üretim olgusuna hiç değinilmemiştir.

Tarımsal katma değerin GSYH’ye oranı da -biraz azalmakla birlikte- yüzde 6 eşiğinin altına düşmeden yoluna devam etmektedir! Asıl kritik konu, tarımsal desteklerin tarımsal katma değere oranının 2023’te yüzde 4,3’ten 2028’te yüzde 5,0 düzeyine gelmesinin beklenmesidir. (s. 105, Tablo 20). Bu oran geçmiş yıllarda zaten çok düşük bir düzey olan yüzde 6’larda gezinirken şimdi bunun dahi çok altına gelmesi demek, plandaki gıda arz güvenliği sözünün tamamen temelsiz olması demektir. AB’nin merkez ülkelerinde tarımsal destekler/tarımsal katma değer oranı yüzde 50 civarındadır; Türkiye’de ise yüzde 5 hedefi veriliyor! Tarımı bağımlılıktan kurtarmak, çiftçiyi üretimde tutmak isteniyorsa, bu oranın Türkiye’de de yüzde 30’un üzerine çıkarılması zorunluluğu atlanmaktadır.

İşgücüne ilişkin veriler iyimserdir; istihdam ve işgücüne katılım oranlarının yükselmesi, buna karşılık işsizlik oranının yüzde 7,5’e gerilemesi beklenmektedir (s. 53, 307). Mevcut büyüme hedefleriyle bu oranın gerçekleşmesi hiç de kolay değildir. Kaldı ki, %7,5 işsizlik oranı dünya standartlarına göre oldukça yüksektir. Bu haliyle Türkiye’nin kronik işsizlik sorununun plan dönemi olan 5 yıl daha devam edeceği anlaşılmaktadır.

Değişmeyen bir öngörü de, dönem ortalaması olarak büyüme oranının bildik yüzde 5 oranını tutturmasının beklenmesidir. Ancak bu büyüme oranları geçerliyken, OVP 2024-2026 için de iddialı olan cari işlemler açığı/GSYH oranının, On İkinci Plan sonu için öngördüğü düzeye ulaşması hem çok zor hem de büyüme hedefleriyle çok tutarsız görünmektedir. Cari işlemler dengesinin 2023 için eksi 42,5 milyar dolardan (ki 50 milyar doların altına inmesi pek zordur) 2028’de eksi 2,8 milyar dolara gerilemesi ve GSYH’ye oranla eksi 0,2 (yani sıfıra yakın) bir yerde durması, Planın herhalde en kof iddiasıdır.

Ülkemizin önemli sorunlarından biri olan bölgesel eşitsizlik ve bölgesel dengesizliklere hiç değinilmemekte ve sadece “Bölgesel gelişme potansiyelini harekete geçirecek yatırımlar ile sürdürülebilir kentsel gelişme odaklı projelere öncelik verilecektir” (s. 115, m. 534.1.) denilerek yeni kentsel dönüşümler ve bağlantılı bir “gelişme”/betonlaşma anlayışı ima edilmekte; bölgelerin ekonomik potansiyellerini yerli ve yabancı sermayeye açan “Kalkınma ajansları” yine ön plana çıkarılmaktadır (s. 224, m. 888.1. ve 888.3.).

“Kamu İşletmeciliği ve Özelleştirme” (s. 78-799 3.1.8.) ile ilgili olarak :

“(…) ekonomide etkin bir piyasa mekanizması oluşturma hedefi doğrultusunda özelleştirme uygulamalarına devam edilecektir (s. 53, 311)

413. KİT yönetişim reformuna yönelik düzenlemeler hayata geçirilerek (…)

415.2. Yeni hizmet alanlarının ortaya çıkması halinde kamu işletmesi kurmak yerine mevcut işletmelere öncelik verilecektir.

416.2. KİT’lerin kamusal ve ticari faaliyetlerinin ayrıştırılmasını sağlayacak etkin bir maliyet muhasebe sistemine geçilecektir.

417.2. KİT’lerin fiyat ve tarifeleri ticari esaslara göre belirlenecektir.

418. Etkin bir piyasa mekanizması oluşturma hedefi doğrultusunda özelleştirme uygulamalarına devam edilecektir.

418.1. Özelleştirme uygulamalarında uzun vadeli sektörel öncelikler çerçevesinde ve belirlenmiş bir program kapsamında halka arz dâhil olmak üzere yeni ve alternatif modeller kullanılacaktır.

418.2. Plan döneminde özelleştirme portföyünde bulunan şirket ve varlıkların özelleştirilmesine devam edilecek, özelleştirme potansiyeli olan yeni şirket ve varlıkların portföye dâhil edilmesi sağlanacaktır (s. 77-78)”

denilmektedir. Görüldüğü üzere özelleştirmeler devam edecek ve gerçekte geçmişteki kamu işletmeciliğine aykırı olan piyasacı ticarileştirme uygulamaları sürdürülecektir.

“Kamu Yatırım Politikaları” (s. 113-114, m. 3.2.3.1.) başlığı altında ise:

531.2. Özel sektörün ve kurumsal yatırımcıların finansman kaynaklarının, kamu özel işbirliği modeli dâhil alternatif ve yenilikçi finansman yöntemleri aracılığıyla altyapı yatırımlarının finansmanında etkin bir şekilde kullanılması için uygun ortam oluşturulacak, bu yöntemler yaygınlaştırılacaktır. (s.113)

531.3. Gelir getiren kamu altyapı yatırımlarının finansmanının risk paylaşımına dayalı kira sertifikası ihracı üzerinden sağlanması için yeni bir finansal ürün modeli geliştirilecektir. (s.113)

532.4. Kamu yatırım planlamasını güçlendirmek üzere yerel yönetimleri de kapsayacak şekilde tüm kurumlarda KÖİ dâhil tüm yatırım projelerinin hazırlanması, (…) (s. 114)

533. Kamu yatırımları ile özel sektör yatırımları arasında etkin tamamlayıcılık sağlanarak üretken kapasite artırılacaktır (s. 114)

denilmektedir. Kısaca yolcu, araç, hasta/müşteri vb. garantili, kamu kaynaklarının oligarşik nitelikteki iktidar yanlısı sermaye çevrelerine aktarıldığı Kamu Özel İşbirliği(KÖİ) projelerine devam edileceği, KÖİ projelerinin yerel yönetimlerle de genişletileceğini öğreniyoruz.

Planın ikinci bölümünün “Nitelikli İnsan, Güçlü Aile, Sağlıklı Toplum” başlıklı üçüncü kısmı daha önce belirttiğimiz gibi ideolojik-siyasi bağlam ve rant esaslı politikalar belirgindir: “3.3. Nitelikli İnsan, Güçlü Aile, Sağlıklı Toplum” ve “3.5 Adaleti Esas Alan Demokratik İyi Yönetişim” başlıkları altındaki kısımlar iktidarın toplumun tümü üzerinde ideolojik-siyasi tahakküm kurma çabalarını; “3.4. Afetlere Dirençli Yaşam Alanları, Sürdürülebilir Çevre” başlıklı kısmı da rant esaslı politikaların çeşitli söylemlerle süslenerek hakimiyetini sürdürme çabalarına yöneliktir

3.3.4. Aile alt başlığının amaç maddesi, iktidarın yapmak istediği Anayasa değişikliğinin tekrarı gibidir: “719. Kadın ve erkeğin evlilik bağıyla kurulan, milli ve manevi değerlerin taşıyıcısı olan ailenin her türlü zararlı eğilimden korunması, sağlıklı nesillerin yetişmesi, dinamik nüfus yapısının ve kalkınmanın istikrarlı bir biçimde sürdürülmesini teminen aile kurumunun güçlendirilmesi temel amaçtır.” (s. 175)

İş yaşamı ile özel yaşam arasındaki sınırların kaldırılmasına yönelik olarak “721. İş ve aile yaşamının uyumlaştırılmasına yönelik çalışmalara hız verilecektir” (s. 176) denilmektedir.

Toplumu dinsel tahakküm altına alma çabaları aile konusunu da kapsamaktadır. Nihayetinde “ailenin korunması” iktidarın öncelikli konularından biridir ve “722. Boşanmaların altında yatan temel sorunlar incelenerek boşanmaların azaltılmasına yönelik çalışmalar yapılacaktır” (s. 176) sözlerine yansıdığı gibi, özel ilişkilere müdahalelere, ilişkilerin zorla ayakta tutulmasına yönelik çabalara kadar varmaktadır. Kadınlara yönelik cinayetlerin önemli bir kısmının boşanma veya ayrılma istemlerine karşı yapıldığı gözetildiğinde, cinayetler ile bu yaklaşımın ortak bir paydada buluştuğunu söylemek mümkündür.

İktidarın tüm toplumu tahakkümü altına almada dinin yeri ve kullanımı, “789. Nitelikli din hizmetleri ile toplumun birlik, beraberlik, barış ve huzur içinde manevi bütünlüğüne katkı sağlanacak, yaygın din eğitimi toplumun tüm kesimlerine ulaştırılacaktır” (s. 196) sözlerinde somutlanmakta ve bu konu “3.3.11. Kültür ve Sanat”! başlığı altında dile getirilmektedir.

“3.5. Adaleti Esas Alan Demokratik İyi Yönetişim” başlığı altında da iktidarın yeni anayasa arzusu dile getiriliyor: “904. Hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını güvence altına alan, daha özgürlükçü, katılımcı ve kapsayıcı sivil bir Anayasanın hazırlanması hedeflenmektedir” (s. 229). Cumhurbaşkanının konuşmalarında sık sık kullandığı “kuşatıcı Anayasa” yerine bu kez “kapsayıcı” sözcüğünün kullanılmasının konuya demokratik kapsayıcılığı katacağı sanılmış olsa gerek. Ne de olsa plan, aynı zamanda bir yanılsamalar ve yanıltmalar metnidir.

3.2.3.11. İnşaat, Mühendislik-Mimarlık, Teknik Müşavirlik ve Müteahhitlik Hizmetleri(s. 150-153) bölümünde:

 “118. Yeşil ve dijital dönüşümü destekleyecek şekilde yeni finansman ve teşvik modellerinin kurgulanması, bilim ve araştırma altyapılarının güçlendirilmesi, temel bilimler ve mühendislik alanlarında mezun sayısının artırılması, sosyal ve dijital becerilerin geliştirilmesi ve daha etkin uygulama, izleme-değerlendirme ve koordinasyon sistemlerinin oluşturulması gibi politikalar ülkemiz açısından önem kazanmaktadır” (s. 18) değerlendirmesi yapılmaktadır. Oysa işsizlik ve güvencesizlik meslektaşlarımızın en can yakıcı sorunuyken politikaların hayata geçirilmesi yönündeki temel eksiklik ya da ihtiyaç bu alanlardaki yetersiz mezun sayısı değildir. Temel sorun eğitim-öğretimdeki birikmiş sorunları çözmek, mezuniyet sonrası istihdamın, güvenceli işin, güvenli gelecek ve insan onuruna yakışır bir yaşam için ücret ve özlük haklarının sağlanmasıdır.

Ücretli çalışan her meslektaşımız ve henüz eğitim-öğretim sürecindeki öğrenci arkadaşlarımız, kendilerini yarının potansiyel işsizi olarak görmektedir. Emek, sermaye düzeninin acımasızlığı ve ekonomik krizlerin şiddetine terk edilmiştir.

Ekonomik kriz ve sermayenin insafına bırakılmış çalışma yaşamı nitelikli işgücünün istihdama katılmasını engellemektedir. Tecrübeli meslektaşlarımızın bile işsiz bırakıldığı ya da işsizlikle tehdit edildiği bu dönemde, genç meslektaşlarımızın sorunları çok daha büyük boyutlara ulaşmıştır.

Mühendis, mimar ve şehir planlama meslekleri ülkemizin kalkınmasının, halkımızın refah içinde yaşamasının koşullarını yaratmak için tasarım, planlama, üretim ve uygulama süreçlerinde ilk sırada önem arz eden meslek gruplarıdır. Bir ülkenin kalkınmışlık düzeyi, bir kamu hizmeti olan mühendislik, mimarlık, şehir planlama hizmet alanlarındaki gelişmişlikle ve bu meslek mensuplarından o ülkenin kalkınması için hak ettiği hizmetleri alması ile doğru orantılıdır. Hızla artan nüfus ve gelişen teknoloji, teknik personel ihtiyacını her geçen gün daha da artırmaktadır. Buna karşın özellikle yıllardır yapılan özelleştirmelerin ve kamu idari yapısındaki neoliberal ve iktidar yanlısı dönüşümlerin de katkısıyla kamuda mühendis, mimar ve şehir plancılarının istihdam oranı giderek düşmektedir.

On İkinci Planda hem ücretli çalışan meslektaşlarımızın hem de kamuda çalışan meslektaşlarımızın sorunlarına, meslek alanlarına ve mesleki hizmetlerine dair sorunlara bir çözüm sunulmamıştır.

Toplumsal yaşamın belirli bir düzen içerisinde sürdürülebilmesi için toplumsal ilişkiler ve kamunun kurumsal işleyişinin Anayasaya uygun biçimde hazırlanmış yasa ve yönetmeliklerle düzenlenmesini ve bunlara uyulmasını gerektirir.

Birliğimiz tarafından kamusal anlayışla yürütülen kamusal-mesleki denetimler mesleki saygınlığımızın olduğu kadar, kamu güvenliğinin korunması açısından da önemlidir. Meslek alanlarımıza ilişkin uygulanacak politikaların bilime ve tekniğe uygun biçimde, ülkemizin ve meslektaşlarımızın çıkarları doğrultusunda yapılması gereklidir.

Yine Planda, “636. Mimarlık-mühendislik eğitimi güncel gelişmelere uygun olarak gözden geçirilerek niteliği artırılacaktır” denilmektedir (s. 150).

Ülkemizin iktisadi politikaları dünyada yaşanan gelişmelerden bağımsız olarak değerlendirilemez. 1980’li yıllardan itibaren tüm ekonomik ve sosyal alanlarda değişim programları yürütülmüş, bu programların sonuçları ülkemizde özellikle son yirmi yılda ortaya çıkmaya başlamıştır. Ülkemiz sanayisizleşmekte, sanayi mühendissizleşmekte ve mühendis kaliteli ve nitelikli bir eğitim alamamaktadır. İzlenen tutarsız ve hukuksuz politikaların önünde engel olarak görülen nitelikli mimarlık ve planlama hizmetleri kısıtlanarak bu hizmetlerin üretim süreçleri kısa zamanda ve çok sayıda yapı üretilmesi baskısıyla önemsizleştirilmiştir. Tüm değişim-dönüşüm programlarının sonucu olarak kamusal alanlar piyasalaştırılmış, eğitim ve yükseköğrenim de bu piyasalaşmadan nasibini almıştır.

Piyasacı ve gerici saldırıların hedeflerinden biri de eğitim sistemi, dolayısıyla akademi ve üniversitelerdir. Sosyal devletlerde üniversite; bilimsel araştırma yapmak, bilim ve bilim insanı üretmek, öğretim yoluyla bireylere uzmanlıklar kazandırmak ve temel bilimsel normların sürekliliğini ve geliştirilmesini sağlamak amacı taşımalıdır. Üniversiteler; özerk, özgürlükçü ve demokratik yapıları ile iktidarlardan bağımsız, bireylerin ifade ve söylem özgürlüklerini koruyarak toplumsal ilerlemenin ve gelişmenin öncüleri olmalıdır. Bu nedenle üniversitelerde verilecek eğitimin belirli bir amacının olması, bu amaca hizmet ederek dogmatizmden uzak, kişiye ve topluma faydalı olmasını sağlayacak çıktıları kazandırması gereklidir. Ancak ülkemizde üniversiteler hem uluslararası işbölümünün ve sermaye egemenliğinin, hem de iktidarın gerici politikalarının yönüne göre şekillendirilmiştir. Bu nedenle üniversite eğitiminin kişinin, toplumun çıkarlarını geliştirecek temelde ve bilimsel yeniliklerin ışığında yeniden planlanması gereklidir. Eğitim, istihdam ve üretim ilişkilerinin planlı bir şekilde ele alınması sağlanmalı, bu sayede mesleğe karşı yabancılaşmanın ve mesleki körelmenin önüne geçilmelidir.

Küresel salgın döneminde zorunlu olarak tüm dünya tarafından uygulamaya sokulan, acil durum uygulaması olarak da tanımlanabilecek “zorunlu uzaktan eğitim” uygulamasının mevcut durumu başta olmak üzere; ülkemizde uzaktan eğitim çalışmalarını, uzaktan eğitime erişim imkânlarını, küresel salgın dönemi sonrasında yaşanması muhtemel uzaktan eğitim uygulamalarını, zorunlu uzaktan eğitimle birlikte doğan uygulamalı eğitim ve staj sorunlarını bunların yanı sıra sınavları, ölçme ve değerlendirmenin doğurduğu soru işaretleri bir bütün olarak ele alınmak zorundadır.

Üniversitelerimizin mevcut durumunda, toplumsal ihtiyaç ve beklentilere yanıt verebilmesi mümkün değildir. Ülkemizin yükseköğrenim sistemi incelendiğinde kurumsallaşma ve planlama konularında bilimsel ölçütlerin göz önüne alınmadığı görülmektedir.

Üniversitelerin ilgili bölümlerinden mezun meslektaşlarımızın iş bulamadıkları ya da eğitim aldıkları alanda çalışmadıkları görülmektedir. Yüksek orandaki işsizliğin ve meslek dışı işlerde çalışmanın altında yatan gerçeğin, bilimsel gereklere ve ülke gerçeklerine göre yapılmayan yükseköğrenim planlaması olduğu gün gibi ortadadır. Meslek mensubu sayısının artması, işsizlik oranlarının yükselmesi ve ücret politikaları, çalışma yaşamını olumsuz yönde etkilemekte, emek ile orantılı ücretin alınamamasına yol açmaktadır.

Asgari teknik koşulların sağlanması ve yeterli altyapının oluşturulması, yükseköğrenimin, ama en başta mühendislik, mimarlık ve şehir plancılığı bölümlerinin en büyük problemidir. Ülkemizde altyapısı hazırlanmadan programlar, bölümler, fakülteler hatta üniversiteler açılmaktadır. Mühendisler laboratuvarsız, öğretim üyesi eksik ve yetersiz bölümlerde eğitim görmektedir. Mimarlık okulları sayısının yanı sıra okullar arasında eğitim öğretim geleneği, eğitimin düzeyi, öğretim elemanı nitelik ve nicelikleri, mekânsal, sosyal ve teknolojik olanaklar açısından eşitsizlikler ve farklılıklar hızla artmaktadır. Bu nedenle üniversitelerde verilen eğitimin niteliği önemli bir tartışma konusu haline gelmektedir. Üniversite eğitiminin kalitesi, ülkemiz üniversitelerinde her geçen gün düşmekte, bölümlere yerleşen öğrencilerin arasındaki puan farkları giderek artmaktadır.

Planda “270. (…) 2053 ufkunda en az 5 üniversitemizin dünyanın ilk 100 üniversitesi arasında yer alması” hedeflenmektedir (s. 46). Ancak buna uygun bir çözüm ve uygulama sunulmamaktadır.

Ulusal ve uluslararası derecelendirme kuruluşlarının; makale sayısı, öğretim üyesi başına düşen makale sayısı, atıf sayısı, öğretim üyesi başına düşen atıf sayısı, toplam bilimsel doküman sayısı, öğretim üyesi başına düşen toplam bilimsel doküman sayısı, doktora mezun sayısı, doktora öğrenci oranı, öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı gibi kriterlerin puanlanması ile oluşturulan sıralamada, dünya üniversiteleri arasında son dönemlerde ilk 500’de ülkemizden herhangi bir üniversite listeye girememektedir.

Eğitimdeki kalitenin düşüşü, meslek içi eğitimlerin önemini her geçen gün artırmaktadır. Ancak meslek mensubu sayısına oranla, açılabilen meslek içi eğitim sayısı tam kapasite ile bile yetersiz kalmaktadır. TMMOB, üniversitenin sorunlarını; mühendislik, mimarlık ve şehir plancılığı eğitiminden; bu eğitimin sorunlarını da mesleklerimizin sorunlarından ayrı değerlendirmemektedir.

Mesleklerimiz, insan odaklı mesleklerdir. Mesleki-toplumsal odaklarımız değiştirilmek istenmekte, buna bir de eğitimdeki kalite düşüşü eklenince sorunun boyutu katlanarak büyümektedir. Meslek eğitimleri kaliteli, özel beceriler kazanılması gerektiren, insana hizmet odaklı, özel bir eğitim sürecine sahip olmalıdır. Bu eğitimleri veren üniversitelerin donanım, kalite, altyapı yetersizliği gibi sorunlarının bulunması; mesleğin uygulamalarında yanlış, kusurlu, yetersiz ürün kullanımı ve uygulamaları sonucunu doğurmaktadır. Bu durum insan odaklı olan mesleklerimizin doğal ve kültürel çevrenin tahribine, insan sağlığının risk altına sokulmasına ve hatta ortadan kaldırılmasına, toplumsal yaşamın dönülemez zararlara uğratılmasına kadar varan sonuçlara neden olabilmektedir. 

Planda sınırlı düzeyde staj ve burs desteklerinden bahsedilmektedir. Ancak bugün ülkemizde gerek TMMOB gerekse odalar tarafından yürütülen tüm mücadeleye rağmen sorunun çözüm mercileri maalesef çağrılarımıza kulak tıkamaktadırlar.

Mühendis-Mimarlık eğitiminin olmazsa olmaz olgusu staj sorunudur. Staj; eğitimin, mesleki süreci doğrudan etkileyen, eğitim aşamasında ihmal edilen, üzerinde durulmayan ve önemsiz görülen bir konudur. Görerek öğrenilen bilgilerin akılda daha kalıcı olduğu gerçektir. Bu nedenle uygulama sahasının avantajlarının elde edilebilmesi için staj uygulaması şarttır. Stajyer alan firmalar üniversiteler tarafından denetlenmeli, tüm öğrencilerin staj sorununun çözümü için özel çaba sarf edilmeli ve stajyerlerin ucuz işgücü olarak kullanımını engelleyecek düzenlemeler yapılmalı ve stajyerlere mesleki bilgilerin aktarılması sağlanmalıdır. Stajyerlerin emeğinin karşılığı olan ücret güvence altına alınmalıdır. 

12 Eylül zihniyetinin üniversitelerdeki yansıması olan YÖK, üniversitelerin üzerinde Demokles’in Kılıcı gibi sallanmaya devam etmektedir. YÖK ile birlikte üniversitelerimizin özerkliğinin tamamen ortadan kaldırmasıyla yetinilmemiş toplumsal yapı üzerinde de ciddi tahribatlar yaratılmıştır. Özgür ve bilimsel düşüncenin yuvaları olması gereken üniversitelerimizde araştırmaya, sorgulamaya, tartışmaya yer vermeyen ezberci bir eğitim/öğretim hâkim kılınmıştır. Akademik ve bilimsel içerikten yoksun hale getirilen üniversitelerimiz, hiçbir plan ve programa dayanmayan politikanın sonucu olarak sayılarının artırılması ile bugün adeta birer meslek okuluna dönüştürülmüştür.

TMMOB ve bağlı Odalar, üniversitelerde yeni mühendislik, mimarlık ve şehir planlama ile ilgili yükseköğrenimin planlanmasında, yeni fakülte ve bölümlerin açılmasında, bölümlerin kapatılması ve yeniden yapılandırılmasında, eğitim programlarının oluşturulmasında, kontenjanlarının belirlenmesi süreçlerinde yer almalıdır. Mesleklerini icra eden mühendis, mimar ve şehir plancılarını izleyen ve sicillerini tutan tek kurum olan TMMOB’nin üyelerine yönelik tüm tasarrufları dikkate alınmalıdır.

3.4. Afetlere Dirençli Yaşam Alanları, Sürdürülebilir Çevre (s. 207) bölümünde, “3.4.1. Afet Yönetimi” alt başlığı altında: “828. Yerleşim yerlerinin ve toplumun afetlere karşı dirençliliğinin artırılması, afet risk ve zararlarının azaltılarak can ve mal kayıplarının asgari düzeye indirilmesi, afet yönetiminin tüm süreçlerinin etkin bir şekilde yürütülmesi, toplumun ve tüm kuruluşların afet farkındalığının artırılması temel amaçtır” (s. 207-208) denilmektedir.

Afet yönetiminin amacına ve ilgili politika ve tedbirlere katılmamak mümkün değildir. Bu politika ve tedbirler zaten sürekli öngörülmektedir. Ancak önemli olan, bu politikalar sonucu ulaşılacak hedeflerdir.

“829.1. Tüm yerleşim yerlerine ve afet tehlikelerine yönelik risk analizleri yapılarak afet risk haritalarının hazırlanmasına ilişkin çalışmalar tamamlanacaktır” (s. 208) olarak açıklanan hedef Cumhurbaşkanı onayıyla 8 Temmuz 2022’de 31890 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Plan çerçevesinde tüm kentlerin “İl Risk Azaltma Planları”nın hazırlanması hedeflenmiştir. Ancak bugün gelinen noktada ve 6 Şubat 2023 Kahramanmaraş Depremleri yaşanmasına rağmen çalışmalar devam etmektedir.

Bilindiği üzere afet bilincinin oluşmasında en önemli etken 1999’da yaşanan, büyük kayıplar verdiğimiz Marmara depremidir. Kentlerimizde gerçekleşebilecek afetlerin tespiti ve bu afetlere karşı direncin sağlanmasına yönelik kapsamlı bir çalışma gerektiren hazırlık çalışmalarının Marmara depreminin üzerinden tam 23 yıl geçtikten sonra başlatılmış olması ve halen tamamlanmamış olması iktidarın ülkemizde yaşanan/yaşanması olası afetlere ne kadar duyarsız olduğunun açık bir göstergesidir.

Planda afet ve mevzuat ilişkisi “830. Afet yönetimi mevzuat ile beşeri, kurumsal ve teknik kapasite açısından güçlendirilecektir.”, “830.1. Afetlerle ilgili mevzuat bilimsel, teknik normlara ve uluslararası standartlara uygun olarak bütüncül bir yaklaşımla güncellenecek ve bütünleşik bir afet yönetimi sağlanacaktır.” ve “830.2. Afet risklerinin belirlenmesi, değerlendirilmesi, azaltılmasına yönelik faaliyetlerin yürütülmesi ve denetlenmesi ile afet esnasında ve sonrasında yapılan müdahale çalışmalarının etkinliğinin artırılması için kurumların uzmanlık alanları dikkate alınarak yetki ve sorumluluklar yeniden düzenlenecek, kurumlar arası koordinasyon güçlendirilecektir” (s. 208) şeklinde belirtilmiş ancak içerik ve katılımcılık açısından eksik bırakılmıştır.

Kısmi anlamda olumlu gelişmeler olsa da afetleri önleme konusunda ülkemizin istenilen düzeye eriştiğini söylemek mümkün değildir. Bu durum hem siyasi tercihler, hem idari, hem de mevzuat anlamında eksikliklere dayalı olarak derinleşerek büyümektedir.

Geçmişte yaşanan afetlerden sonra afete ilişkin mevzuat; güvenli yerleşim alanları oluşturulmasına yönelik olarak, özellikle de afete dayanıksız yapılaşma alanlarında yapılacak uygulamaları da kapsayacak şekilde, güncel ihtiyaçlara göre yenilenmiştir. Ancak, siyasi iktidarın yenilenen yasal düzenlemeleri uygulama tercihleri ve pratikte yaşanan sorunlar nedeniyle halen yaşanan doğa olayları birer afete dönüşmeye devam etmektedir.

Afet yönetimi ile ilgili mevcut mevzuatta iklim değişikliği bağlantılı tehlike faktörleri ve iklim değişikliğine karşı dirençli yapılaşma ile ilgili hükümler bulunmamaktadır. Afetlerle ilgili mevzuat bu gereklilikleri içerecek şekilde güncellenmelidir.

Kamunun elindeki mülkleri özelleştirerek elde edilen finansmanın rant projeleri yerine toplum sağlığı ve en temel insan haklarından biri olan güvenli yerleşimlerde barınma hakkının tesis edilmesi için kullanılması ve başta 6306 sayılı yasa olmak üzere gerekli mevzuat değişikliklerinin yapılması gerekmektedir.

Planda mekânsal planlamaya kısaca “829.2. Afet tehlike ve riskleri mekânsal planlama aşamasında öncelikli olarak dikkate alınacak ve uygulamaların iyileştirilmesi için denetim ve yaptırım mekanizmaları güçlendirilecektir” (s. 208) şeklinde değinilmiş olsa da planlama süreçlerini yönlendiren ana dokümanlardan biri, ikincil mevzuat olarak Mekânsal Planlar Yapım Yönetmeliği’dir. Bu yönetmelik içerisinde tanımları ve içerikleri belirlenen hiçbir plan türünde “planlama ilke ve esasları” başlığı altında iklim değişikliğine karşı dirençli kentler yaratmak bir ilke olarak ortaya konulmamıştır. Planların hazırlık aşamasında hazırlanacak dokümanların ve yapılacak zorunlu çalışmaların belirlendiği kısımlarda da iklim değişikliğine ilişkin çalışmaların yapılabileceği tek plan türü Mekânsal Strateji Planı olarak belirtilmiştir. Bu plan türünde de iklim değişikliğine ilişkin analizlerin yapılması zorunlu tutulmamıştır.

Planlama meslek alanı açısından ise yine bölge ve il ölçeğine bağlı olarak öncelikle doğa olayları kaynaklı risklerin tespit edilmesine ilişkin çalışmaların yapılması ve bu risklerin en aza indirilebilmesi için alanın özgün koşullarına uygun sakınım önlemlerinin tespiti ve bu önlemlerin bağlayıcı şekilde mekânsal planlarda yer alması sağlanmalıdır.

Bu sürecin yegâne çözümü kent ölçeğinde çalışmalar yürütmek ve bütüncül planlama hamleleri ile kentleri afete hazır hale getirirken, aynı zamanda kentlerin nitelikli yaşam alanlarına dönüşebilmeleri için gerekli sosyal donatı alanlarını sağlamak üzere planların hazırlanmasıdır. Bu anlamda etkili planlama süreçlerini yürütebilmek için en önemli araç kamunun elindeki kamu arazilerinin çokluğudur. Ancak fiiliyatta kamu arazileri ekonomik kaynak yaratmak adı altında sürekli biçimde satışa konu edilmektedir. Öncelikle kamu otoriteleri tarafından bu arazilerin satışına son verilmeli, hatta kamunun kentsel mekânda arazi elde etmesi teşvik edilmelidir. Planlarla kamuya geçen ortaklık paylarının yüzdesel olarak belli bir oranının afetlere dirençli kentler yaratma anlamında açık alan, afet toplanma alanı gibi fonksiyonlara yönelik olarak kullanılacağı hukuken teminat altına alınmalı ve bu araziler eşdeğer ve aynı etkinlikte alanlar bulunmadığı sürece hiçbir şekilde plan değişikliğine konu edilmemelidir. Bu noktada 6306 sayılı Kanun içerisine açık hükümler eklenmelidir.

Yine plana göre yeni vaat olarak eski hedeflerden “830.2. Afet risklerinin belirlenmesi, değerlendirilmesi, azaltılmasına yönelik faaliyetlerin yürütülmesi ve denetlenmesi ile afet esnasında ve sonrasında yapılan müdahale çalışmalarının etkinliğinin artırılması için kurumların uzmanlık alanları dikkate alınarak yetki ve sorumluluklar yeniden düzenlenecek, kurumlar arası koordinasyon güçlendirilecektir.” ve “830.4. “İl Afet Risk Azaltma Planları (İRAP)” izlenerek güncelleme çalışmaları yürütülecektir” (s. 208) olarak bahsedilmektedir.

2012-2023 yıllarını kapsayan Ulusal Deprem Stratejisi ve Eylem Planı (UDSEP) hazırlanmış, 2011’de Bakanlar Kurulu kararıyla yürürlüğe koyulmuştur. UDSEP’in amacı; “depremlerin neden olabilecekleri fiziksel, ekonomik, sosyal, çevresel ve politik zarar ve kayıpları önlemek veya etkilerini azaltmak ve depreme dirençli, güvenli, hazırlıklı ve sürdürülebilir yeni yaşam çevreleri oluşturmaktır” olarak tarif edilmiştir. Yani UDSEP, 2023 yılı itibarıyla daha güvenli bir Türkiye yaratılacağını taahhüt etmiştir.

Üstelik “Ulusal Deprem Stratejisi ve Eylem Planı 2012-2023” (UDSEP) belgesinin hazırlık süreci, “Kamu İdarelerinde Stratejik Planlamaya İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik”te de belirtilen yönteme aykırı olarak Birliğimiz TMMOB’nin yapacağı katkıları kapsamadığı gibi, TMMOB’nin AFAD Başkanlığına ilettiği görüşler de dikkate alınmadan yayımlanmıştır.

UDSEP’te Planlama, çevre ve şehircilik çalışmalarında deprem tehlike ve risklerini esas alan yöntemlere önem ve öncelik verileceği stratejik olarak belirlenmiştir. Buna göre İl Özel İdarelerinin, İl gelişme ile çevre düzeni planlarının hazırlanması öncesinde ilin tehlike ve risklerini belirleyerek risk azaltma strateji planlarını geliştirecekleri ve bu planlarla çevre ve gelişme planlarının uyumunu sağlamaları amaçlanmaktadır. Bu amacın 2017 yılına kadar gerçekleştirilmesi hedeflenmiştir

Bu kapsamda AFAD tüm illerde İl Afet Risk Azaltma Planı hazırlanmasını zorunlu kılmıştır.

AFAD’ın sitesinden alınan bilgilere göre “İl Afet Risk Azaltma Planı (İRAP), ilin afetselliğini ve afetlerin olası etkilerini ortaya koyan ve bu etkileri en aza indirebilmek için afetler olmadan yapılacak çalışmaları eylemler biçiminde gösteren, sorumluları tanımlayan bir plandır. İllerdeki kurum/kuruluş ve diğer ilgili tüm paydaşlarla üretilmesi gereken bir yol haritasıdır. Herhangi bir kurum ve kuruluşun değil, tüm ilin sahiplenmesi gereken bir plandır. İRAP sadece bir kez hazırlanarak rapor haline getirilecek bir belge değildir. İller birbirlerinden farklı dinamiklere ve afet risklerine sahip olduklarından her yerel kendisine ait öncelikli tehlikeleri, riskleri ve risk azaltma eylemlerini o yereldeki tüm paydaşlarca ortaya koyacak ve en kısa sürede uygulamaya geçecektir”.

Ancak 6 Şubat 2023 Kahramanmaraş Depremlerinde İRAP’ın tam da AFAD’ın uyarmaya çalıştığı gibi kâğıt üzerinde kalan bir belge olduğu görülmüştür.

Planda yer alan “834.1. Afet sırasında aksamadan hizmet verebilecek kesintisiz güvenli haberleşme sistemi oluşturulması amacıyla 81 ilde sayısal telsiz altyapısının kurulumu tamamlanacaktır” (s. 209) hedefi On Birinci Planda yer alan hedefler arasında olup, 2023’te Sayısal Telsiz Sistemine Dâhil Edilen İl Sayısının 81 olması hedeflenmişti. On İkinci Planda yer alan tabloda bu sayı 2023 itibariyle 49 olarak belirtilmiş, hedef gerçekleştirilememiştir.

81 İl’in risk azaltma planının hazırlanması ve sayısal telsiz sistemine dâhil edilmesi gerekli ancak yeterli değildir. Afet yönetimine dair gereksinim duyulan önceki yılların ve mevcut durumun analizi yapıldıktan sonra geleceğe yönelik bir perspektif çizilmelidir. Bu çerçevede, söz konusu planların ve sistemlerin bilgi altyapıları tanımlanmalıdır. Çünkü bu planların ve sistemlerin risk azaltma kapasiteleri, analizi yapılacak bilgi altyapısına bağlıdır.

Afet yönetiminin ayrılmaz bir parçası olan iyileştirme aşaması, genellikle müdahale aşamasının hemen bitiminde başlayıp yıllarca devam edebilen bir süreçtir. Planda “835.1. Belirlenen çoklu afet senaryolarına göre olası afetlerden etkilenenlerin ve afet bölgesindeki ekonomik ve sosyal hayatın iyileştirilmesi için yapılacak çalışmalara yönelik “Türkiye Afet Sonrası İyileştirme Planı” tamamlanacaktır” (s. 210) olarak belirtilmiş ancak ayrıntıları ve takvimlendirilmesinden bahsedilmemiştir.

Afet sonrasında yapılan iyileştirme ve yeniden yapılandırma çalışmalarının amacı afetten etkilenenlerin ve afet bölgesindeki ekonomik ve toplumsal yaşamın afetten önceki normal duruma, hatta daha gelişmiş bir duruma getirilmesinin sağlanmasıdır. İyileştirme aşaması, afetin panik havası geçtikten sonra günlük yaşamın yeniden düzenlenmesi ve canlandırılması için yoğun çalışmaların ve düzenlemelerin yapılması gereken bir süreçtir.

Afet yönetiminde bugüne kadar afet farkındalık eğitimlerinin verilmesi, afet tehlike haritalarının hazırlanması, Türkiye Afet Müdahale Planının hazırlanması gibi çalışmalar yapılmış olmakla birlikte risk azaltma ve afet sonrası iyileştirme konularında kapsamlı bir çalışma yapılmamıştır. AFAD, kâğıt üzerinde kalsa bile en azından risk azaltma ve acil müdahale konularında bir planlama yapmıştır. Ancak Türkiye Afet Sonrası İyileştirme Planı (TASİP) çalışmalarına hiç başlanmamıştır.

Afet sonrası iyileştirme çalışmalarının verimli olabilmesi için afet olmadan önce, muhtemel bir afet sonrasında yapılacak iyileştirme çalışmalarının çerçevesini belirleyecek olan iyileştirme planlarının nasıl hazırlanacağının usul ve esaslarının belirlenmesi, muhtemel afet bölgeleri için iyileştirme planı taslağının hazırlanması, iyileştirme planının hangi kuruluşun sorumluluğunda yürütüleceğinin çıkarılacak bir mevzuat ile belirlenmesi gerekir.

7269 Sayılı Kanunda afet sonrasında yapılacak iyileştirme çalışmalarının neler olacağı açık olarak belirtilmesine; 5902 Sayılı Kanunda afet sonrasında yeniden yapılanma ve iyileştirme planlarının hazırlanması, uygulanması ve uygulamanın izlenmesi görevi belirlenmiş olmasına rağmen; halen afet sonrası iyileştirme çalışmalarının nasıl bir yol izlenerek yapılacağına ilişkin bir yönetmelik ya da usul ve esaslar belirlenmemiş olması ülkemiz için bir eksikliktir.

Afet sonrası iyileştirme planlarının nasıl hazırlanacağının usul ve esasları afet öncesinde belirlenmiş olmalı, belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde afet olması muhtemel olan yerleşim yerleri ve bölgeler için afet senaryosu çalışması yapılıp taslak iyileştirme planları hazırlanmalı ve afet olduktan sonra uğranılan zararın ön tespiti ve etki değerlendirilmesi yapılarak taslak plandaki parametreler değiştirilip sorumlu kuruluş tarafından uygulamaya geçirilmelidir.

“638.2. Yapı denetimi sürecinde gerekli teknik bilgi ve donanıma sahip mühendislik hizmeti verilebilmesi için saha tecrübesini ve sürekli meslek içi eğitimi dikkate alan yetkin/uzman bir mühendislik sisteminin oluşturulması sağlanacaktır” (s. 211) denilmesine karşın denetçi mühendis ve mimarların alacağı ücret, iş akdi, mesleki sorumluluk sigortası ve mesleki bağımsızlığına ilişkin bir ibarenin dahi bulunmadığı Yapı Denetim Yasasıyla devletin asli ve sürekli görev alanı olan yapı denetimi alanı, yani kamunun can ve mal güvenliği, yapı denetim şirketlerine havale edilmiştir. Yer seçiminden planlamaya, yapı tasarımından üretimine, yapı üretiminden kullanım aşamasına kadar kamu otoritelerinin denetiminde işlemesi gereken süreçler denetimi ortadan kaldıran bir biçimde birbirinden koparılmıştır. Hiç kuşkusuz yapı denetimi sadece bir yasal düzenlemeler sorunu değildir. En az mevzuat kadar uygulayıcıların bu konudaki kararlılığı da önemlidir.

Planda afetlere yönelik farkındalık çalışmaları ve toplumsal gönüllülük hedefleri “839. Afet ve acil durumlara ilişkin toplumsal farkındalık artırılacak ve gönüllülük sistemi geliştirilecektir”, “839.1. Afet ve acil durumlara karşı ülke genelinde toplumsal bilinçlendirme çalışmaları yapılarak farkındalığın artırılması sağlanacaktır” ve “839.2. “AFAD Gönüllülük Sistemi”nin geliştirilmesi ve gönüllü niteliğinin artırılması sağlanacaktır” (s. 211) olarak açıklanmıştır.

Toplumun afetlere hazır, daha az zarar görebilir hale getirilmesinde farkındalığın artırılması önemli bir role sahiptir. Farkındalık öğrenilebilen bir beceridir. Afet farkındalığının geliştirmenin yollarından birisi yaşanan afet tecrübesiyken bir diğeri eğitimdir. Afetlerle baş edebilmek tehlikenin nereden, nasıl geleceğini doğru tespit edebilmekten geçer. Olası afetlerin olumsuz etkilerinden ve kayıplardan sürekli söz etmek toplumu karamsarlığa ve umutsuzluğa sürükler. Oysa risklerin bilinmesi algılama, farkındalık, önlem ve mücadele becerisini geliştirir.

Afet konusu 1-7 Mart Deprem Haftası ve 17 Ağustos Depremi anma etkinlikleri dışında sadece gerçekleşen yıkıcı bir deprem sonrası kısa süreli olarak gündeme gelmektedir. Teknolojinin geldiği son noktada bilgiye ve haberlere saniyeler içinde erişilebilen sosyal medya platformları iletişim ve haberleşme amacıyla kullanılan en yaygın araçlardan biri olarak kabul görmektedir. Bundan dolayı, yüzyıllardır büyük kayıplara yol açan afetlerle mücadelede bilgi ve iletişim teknolojilerinden faydalanılması önemli kazanımlar sağlayacaktır. Teknolojinin ortaya koyduğu yeniliklerden afet yönetiminde yararlanabilmek içinse gerekli teknolojik altyapının hazırlanması gerekmektedir.

Etkili ve bilinçli kullanılan sosyal medya, afetlere yönelik bilgilendirme ve bilinçlendirme çalışmalarında (kamu spotları vb.), acil durum iletişimini sağlamada, yetkili idare tarafından afetzedelere yönelik uyarıları yayımlamada, yardım faaliyetlerini koordine etmede ve benzeri çeşitli faaliyetlerde büyük ölçüde yarar sağlayarak bilinçli ve dirençli toplumlar oluşmasına katkıda bulunacaktır.

Afetlerin nitelik bakımından çeşitlenmesi ve nicel artışı, afet yönetimi ve koordinasyonu kadar afet gönüllülüğünü de önemli bir konu haline getirmiştir. Afetler etkilerini yönetebildiğimiz, zararlarını azaltabildiğimiz ölçüde insanlar için daha az zarar verici olacaktır. Bu da afet alanında uzmanlaşan profesyonellerin ve gönüllülerin ortak çalışmalarıyla bireysel ve toplumsal dirençliliğin inşası sayesinde mümkündür.

Afet yönetiminde gönüllü katılımı, afet öncesi risk azaltma ve afet sonrası müdahale ve iyileştirme çalışmalarının tamamında çok geniş bir yelpazede gerçekleşir. Bu kapsamda afetler hakkında eğitim, bilinçlendirme, savunuculuk; afetlere kişisel, çevresel ve sahip olunan imkânlar itibarıyla hazırlık; afetlerde arama-kurtarma, ilkyardım, ulaşım, haberleşme, lojistik destek, yiyecek ve içecek, giyim, barınma, telefon destek hattı, kültürel ve ruhsal destek gibi hususlar bu alanda ilk sıralarda gelen faaliyet alanlarıdır.

Afet çalışmalarının önemli bir aktörü olan gönüllülerin afet risk azaltma çalışmalarına katılmaları veya afete müdahale çalışmalarına dahil olmaları kaynak yönetimi, iş güvenliği, koordinasyon, izleme ve değerlendirme gibi birçok bileşeni olan bir yönetim sürecidir.

Afet gönüllüğü afet yönetimi, sosyal entegrasyon, fakirliğin azaltılması, gençliğin güçlendirilmesi, iklim değişikliği, sağlık, insani yardım, sosyal dışlanma ve ayrımcılıkla mücadele, sürdürülebilir kalkınma gibi alanlardaki çalışmaların ve stratejilerin önemli bir parçası kabul edilmektedir. Afet alanındaki uluslararası politika dokümanlarının hemen hepsinde toplum temelli, gönüllülerin katılım sağladığı afet çalışmalarına atıf yapılmaktadır. Zira gönüllüler dirençliliğin tesisi için kilit role sahiptir.

Bu bağlamda gönüllünün iş tanımı, gönüllü kazanma, gönüllü yönlendirme, gönüllü eğitimi, gönüllü motivasyonu, gönüllü değerlendirme başlıkları altında iş süreçleri geliştirilebilir. Bu süreçlerin birbirini tamamlar mahiyette bütünlüklü bir bakış açısıyla değerlendirilmesi ve buna göre bir gönüllü yönetim sisteminin inşa edilmesi gerekmektedir.

Farkındalık ve gönüllülük çalışmaları tatbikat çalışmalarıyla bir bütündür. Tatbikatlar; çok paydaşlı, diğer bir deyimle kamu ve özel kurum ve kuruluşları, sivil toplum örgütlerini de sisteme entegre eden modern bütünleşik afet ve acil durum yönetimi gerek katılımcıların gerekse bunların görev ve yetki alanları ve ayrıca sorumluluklarının belirlendiği bir süreç olarak değerlendirilir. Öte yandan, zaman zaman meydana gelen bu acil durumlar/afetlere yönelik ilgili kurum ve kuruluşlar, varsa mevcut müdahale yeteneklerini egzersiz ve tatbikatlar yaparak korumalı, giderek geliştirmeli ve artırmalıdırlar. Bu bağlamda gerçekleştirilecek sürekli ve düzenli egzersiz ve tatbikatların en önemli ve değerli katkısı, kurum ve kuruluşların yetenek ve kabiliyetlerini gerçek bir acil durum/afet yaşanmadan evvel planlanan tatbikatlarla pekiştirmek, verilecek yanlış kararları daha düşük maliyetli ve riskli ortamlarda deneyimlemek ve daha zararsız sonuçlar doğuracak şekilde uygulamalı çalışmaları yürütmektir. Ayrıca bu egzersiz ve tatbikatlar sayesinde müdahale kurum/kuruluşları ve ekipleri, gerçek bir acil durum/afet sırasında üstlenecekleri rollerle ve sorumluluklarla tanışırlar, müdahalelerin koordinasyonunun önemini kavrarlar. Dolayısıyla yürütülen bu egzersiz ve tatbikatların uygun şekilde değerlendirilmesi kesinlikle katkıya yönelik olmalıdır.

Gerek insan ve ekipman kaynaklarının uygunluk ve yeterliliği, gerekse müdahale yöntemlerinin ve kapasitenin geliştirilmesi ve korunması zorunluluğu, performansların değerlendirilmesi, ayrıca mevcut planın yeni mevzuat ve aletlere göre güncellenmesi açısından Bütünleşik Acil Durum/Afet Planı’ndaki (ADEP) eksiklikler ve yetersizlikler apaçık ortaya çıkar. Bunun yanısıra, acil durum/afet personeliyle ilgili eğitim ve deneyim eksikliği de gözlemlenebilir.

Acil durum/afete hazırlık kapsamında eşgüdümün sağlanması, performansın artırılması, özgüvenin kazandırılması gibi önemli hususlar ADEP’in sınanmasıyla mümkün olabilmektedir. Öte yandan yapılan tatbikatlar sonucu yetersiz kaynak, görevlerin, yetkilerin ve sorumlulukların üst üste çakışması vb. sorunlar belirginleşmekte, böylece gerçek bir acil durum/afet öncesi bunları düzeltme olasılığı bulunmaktadır.

3.4.2. Kentsel Dönüşüm (s. 212-213) başlığı altında kentsel dönüşümün amacı, “842. Afet tehlikesi ve riski altındaki alanlar ile bu alanların dışındaki riskli yapıların sağlıklı ve güvenli yaşamayı esas alacak şekilde dönüştürülmesine yönelik uygulamaları etkinleştirmek ve yaygınlaştırmak temel amaçtır” şeklinde belirtilmiştir. Bu amaç altında kentsel dönüşüme dair hedefler belirtilirken toplumsal çıkarların ve halkın önceliğine yönelik maddeler tam anlamıyla tanımlanmamıştır.

“843. Kentsel dönüşümün şehir dokusuna, estetiğine ve kimliğine uygun şekilde yerinde dönüşüm anlayışıyla, yaşam kalitesini yükseltme ile kent aidiyetini ve yerel bağları güçlendirme amacı çerçevesinde farklı müdahale türlerini içeren bütüncül bir bakış açısıyla yürütülmesi sağlanacaktır.”

“845. Kentsel dönüşümün yaygınlaştırılması için finansman modelleri ve araçları geliştirilecektir.”

“845.1. Gayrimenkullerin gerçek değerleri tespit edilecek ve değer artışlarının kentsel dönüşümde finansman kaynağı olarak kullanılması sağlanacaktır.”

Söz konusu “finansman modelleri”nin halkın aleyhine, kredi/borçlandırma ve mülksüzleştirmeye yönelik olduğu uygulamalardan bilinmektedir. Nihayetinde bugün içinde yaşadığımız kentlerin mekânsal ve çevresel bağlamda niteliksiz yapılaşmasının; sağlıksız büyümesinin; barınma, altyapı, ulaşım, enerji, sağlık, eğitim, kültür ve çevre, konularında sorunlar yaşamasının; deprem, sel, heyelan ve yangın gibi afetlere hazırlıklı olmamasının; ardında piyasa güçlerini kent politikalarının belirlenmesinin tek hâkim gücü olarak gören siyasal yaklaşımlar yatmaktadır.

Kentsel yaşam kurgulanırken, kent planlamanın yararlandığı mühendislik bilimleri üzerinden üretilen verilerden uzak düşerek ve yeni sorunlar yaratarak barınma sorunu çözülemez.

Kamuoyunda kentsel dönüşüm kanunu olarak da bilinen, Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un amacı doğrultusunda uygulanmaması, 1999 depreminden sonra geçen 20 yılı aşkın süre sonunda ülkemizi halen afetler ile karşı karşıya bırakmaktadır.

Kanunun yürürlüğe girdiği 2012 yılından beri yapılan uygulamalar afete dayanıksız yerleşim alanlarında değil, arazi rantının/kentsel rantın en yüksek olduğu kent merkezleri veya doğal açıdan cazibesi yüksek yerleşim dışı alanlarda yapılmış; bu şekilde “kentsel dönüşüm” kentsel arazi rantı üzerinden sermaye transferinin en etkili araçlarından birisi haline dönüşmüştür.

Bu dönüşüm uygulamaları afete yönelik herhangi bir katkı sağlamadığı gibi, dönüşüm yapılan alanlarda yaratılan yeni bedelleri karşılayamayacak durumda olan halk kesimlerinin de yaşam alanlarından sürülmelerine yol açmıştır.

Bu noktada kamuoyunu doğrudan ilgilendiren, mekânsal dönüşümle birlikte toplumsal dönüşümüne de yol açan “kentsel dönüşüm” konusunda, mühendis, mimar ve şehir plancılarının örgütü Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği olarak “Kentsel dönüşüm olmalı, ama nasıl olmalı?” sorusuna verdiğimiz yanıtları tekrar paylaşma gereği duyuyoruz.

TMMOB’nin Kentsel Dönüşüm Konusundaki Temel İlkeleri

  1. Sağlıklı ve yaşanabilir bir kentsel çevre oluşturulabilmesi için, kent planlama disiplini içinde geliştirilmiş olan tüm planlama ilkeleri ve kuralları ile mühendislik ve mimarlığın bilimsel ve teknik gereklilikleri planlama disiplininin bir parçası olan kentsel dönüşüm uygulamaları açısından da vazgeçilmezdir. Bu nedenle, geliştirilen tüm projelerde, kamu yararı ilkesine ve mühendislik, mimarlık ve planlama ilkelerine ayrımsız biçimde uyulmalıdır.
  2. Kentsel dönüşüm, kentsel yenileme ve sağlıklaştırma çalışmaları için, mühendislik, mimarlık ve şehir planlama disiplinlerinin teknik, bilimsel ve yasal gereklilikleri ile teknik ilkelerini esas alan, genel ilkeler belirlenmelidir. “Kentsel dönüşüm alanı” ilan edilmeden önce, “kentsel yenileme”, “kentsel sağlıklaştırma” gibi hangi müdahale biçiminin uygulanacağının belirlenebilmesi için; öncelikle, deprem, yapı niteliği, taşkın, heyelan vb risk altındaki alanlar; yapı güvensizliği olan ve eskimiş (kentsel mekânın niteliksizliği) kent bölgeleri; doğal, tarihi, arkeolojik, kültürel niteliğe sahip alanlar; kent kimliği açısından önemli alanlar belirlenmelidir.
  3. Kentsel dönüşüm uygulamalarıyla fiziksel, sosyal ve ekonomik açıdan sağlıklı ve yaşanabilir bir çevre oluşturulabilmesi amaçlarının bütünsel olarak gerçekleştirilebilmesi için öncelikle sürece katılacak tüm aktörlerin yer aldığı örgütlenme biçimi oluşturulmalı ve finans kaynakları tarif edilmelidir.
  4. Geliştirilen projelerde toplumsal, fiziksel, doğal, çevresel ve ekonomik koşullar birlikte ele alınmalı, proje alanlarına yönelik planlama kararları kent bütününe yönelik kararlardan koparılmamalı, ayrıştırılmamalı, üst ölçekli plan kararlarına aykırı uygulamalardan kaçınılmalı, projeler başta ulaşım kararları olmak üzere, olası çevresel etkileri analiz edilerek, kent planı ile bütünleşik olarak ele alınmalıdır.
  5. Dönüşüm, sağlıklaştırma ve/veya yenileme öngörülen alanlar, kentin gelecekteki niteliğini belirleyen planlarıyla uyumlu, plan ana kararlarını gözeten bütüncül bir bakış açısına sahip olmalı ve planlama, programlama, projelendirme ve parasal konulara dair süreç, çözüm ve uygulama araçları ile bir bütün olarak ele alınmalıdır.
  6. Sağlıklı ve güvenilir bir çevre oluşturulmasında kritik öneme sahip yapı denetim sisteminde kamu denetimini etkinleştirmek için, kentsel dönüşüm alanlarının belirlenmesinde ve uygulamanın her aşamasında TMMOB’ye bağlı meslek odalarının görüş ve önerileri alınmalı ve meslek odaları denetim sürecinde etkin olarak yer almalıdır.
  7. Projeler temelde rant artışının değil, can güvenliğinin sağlanmasını ve yaşam düzeyinin yükseltilmesini amaçlamalı, kentsel dönüşüm projeleri ayrıcalıklı imar hakkı sağlama aracı olarak kullanılmamalıdır. Bu kapsamda tüm yapılaşmalara yönelik güçlü, kamusal yapı denetim sistemi yaşama geçirilmeli, uygulama sonucu oluşan rant artışları doğrudan kamuya kazandırılmalıdır.
  8. Dönüşüm projesine konu olan alanların yeniden yapılanmasında; konut alanlarının sağlıklı bir yaşam alanı niteliğine kavuşması için, sosyal ve teknik altyapı tesisleri ile çalışma alanlarına yönelik kararlar birlikte ele alınmalı, kentsel sosyal donatılar insanca yaşama şartlarını sağlayacak standartlara uygun olarak geliştirilmeli, teknik altyapının ve sosyal donatı tesislerinin konutlarla eş zamanlı biçimde kullanıma geçmesi sağlanmalıdır.
  9. Afet tehlikesi karşısında alınabilecek tek önlemin “yapı düzeyinde” güçlendirme ve yenileme olduğu düşüncesinden vazgeçilmelidir. Yapılar, kentsel ve/veya bölgesel düzeyde ele alınarak, afete duyarlı planlanma yaklaşımı esas alınmalıdır. İmar planları risk azaltma önlemlerini kapsayacak şekilde yeniden yapılandırılmalıdır. Kentsel dönüşüm projelerinde kent bütününe ilişkin risk faktörleri belirlenmeli ve bu verilere göre risk azaltma planları hazırlanmalıdır.
  10. Kentsel dönüşüme konu edilen alanlar ve yapılar açısından, tüm tarihsel birikimi ve kültürel zenginliği ortadan kaldıracak yıkım ve yeniden yapma dışındaki seçeneklerin; koruma, yenileme, iyileştirme, güçlendirme ve canlandırma seçeneklerinin öncelikle araştırılması ve tartışılması sağlanmalıdır.
  11. Dönüşüm projelerinde, kentleri ve kırsal alanları estetikten yoksun kimliksiz hale getiren, yerel kimliği ortadan kaldıran tek tip mekân üretiminden vazgeçilmeli, kentsel mekânı parçalayan ve ayrıştıran uygulamalara son verilmeli, gerek yerleşim bütününde gerekse tek yapı ölçeğinde yerelin özellikleri, kırsal dokusu, tarihi ve kültürel birikimi ve özgünlükleri mutlaka korunmalı, özgün niteliğini devam ettirecek toplumsal yaşam ve kültürel değerleri dikkate alan yaklaşım benimsenmelidir.
  12. Dönüşüm projeleri hiçbir koşulda tarihi ve kültürel değerlere zarar vermemeli, bu niteliğe sahip alanlarda gerçekleştirilecek dönüşüm projeleri tarihi ve kültürel mirasın korunması ve geliştirilmesi çabasının bir parçası olarak ele alınmalıdır.
  13. Dönüşüm projelerinde; yaşamın gerçek sigortası olan ormanlar, meralar, sulak alanlar, kıyılar, gibi doğal varlıklar ile ulusal veya uluslararası özgün nitelikleri nedeniyle doğal sit, ÖÇK (Özel Çevre Koruma Bölgesi), milli park, tabiat parkı, sulak alan gibi doğa koruma statüsü verilmiş alanlar, toplumun gıda kaynakları olan verimli tarım alanları, zeytinlikler gibi özel ürün alanları hiçbir koşulda yapılaşmaya açılmamalı ve mutlak biçimde korunmalıdır.
  14. Zemin yapısı nedeniyle risk taşımayan, yalnızca yapı güvensizliği ve kentsel mekânın niteliksizliği nedeniyle dönüşüm projesine konu olan yerlerde, proje alanında yaşayanların uygulama sonrası yine aynı bölgede yaşaması sağlanmalıdır.
  15. Zemin yapısı nedeniyle risk taşıyan ve yapılaşmaya kapatılması gereken bölgelerde yaşayanların, iş olanakları ve ulaşım koşulları dikkate alınarak, gerek geçici iskân aşamasında ve gerekse uygulama sonrasında yakın çevrede iskan edilmesi sağlanmalıdır.
  16. Yenileme, sağlıklaştırma ve dönüşüm süreçleri şeffaf olmalı, karar süreçleri ilgili toplum kesimleriyle paylaşılmalı; sürecin tamamında projeden etkilenen toplum kesimlerinin bilgiye kolayca erişebilme olanağı yaratılmalı; bu kapsamda dönüşüme konu olan sakinlerinin sosyal açıdan zarara uğramaması ve yerinde dönüşüm ilkesi en önemli hedeflerden birisi olmalıdır.
  17. Projelerin uygulanması hiçbir koşulda yaşayanlar açısından sosyal ayrışmaya/toplumsal kırılmaya/sosyal bir yıkıma neden olmamalı; kent hakkı, konut dokunulmazlığı ve barınma hakkı ilkeleri, kiracıları da kapsayacak biçimde kamusal güvence altına alınmalıdır.
  18. İdari dava açma hakkı, hak arama hürriyeti temelinde düzenlenmelidir. Mülkiyet hakkı güvencesi anayasa temelinde korunmalıdır.
  19. Barınma hakkı sahipliği; mülkiyet belgesinden bağımsız, sağlıklı bir yaşam çevresi içinde, çağdaş, yaşanabilir konut hakkı olarak kabul edilmelidir.
  20. Dönüşüm projelerinden etkilenen tüm kesimlere ayrımsız biçimde, projenin başlangıcından sonuçlanmasına dek, güvenli ve sağlıklı yaşam olanaklarına sahip geçici iskân olanakları yaratılmalı ya da günün koşullarına uygun kira yardımı yapılmalıdır.
  21. Projelere doğrudan kamusal kaynak aktarımı da yapılarak, konut edinme koşulları proje alanında yaşayanların ödeme gücü oranında düzenlenmeli, uygulamaların tüm kesimler açısından dışlama ve tasfiyeye neden olması önlenmeli, olası geri ödemeler iskân sonrası başlatılmalıdır.
  22. Proje alanında yaşayan ve projeden etkilenenlere mevcut konutundan daha küçük, daha niteliksiz, daha düşük sınıfta konut verilmemeli, diğer yandan bu amaçla yapılacak düzenlemeler haksız borçlandırma gerekçesi olarak da yansıtılmamalıdır.
  23. Mevcut kullanıcıların, gerçekleşecek dönüşüm sonucunda aynı alanda yaşamlarını sürdürebilmesini olanaklı kılacak, ortak giderleri karşılamaya yönelik, sürdürülebilir, gelir yaratıcı olanaklar yaratılmalıdır.
  24. Kent kültürünü, kimliğini geri dönülmez biçimde yok eden, halen yaşanan/yaşanacak olan tahribatın durdurulması ve mağduriyetlerin önlenmesi için “Kentsel dönüşüm” adı altında hali hazırda sürmekte olan ve bilimsel esaslardan ziyade rant temelinde hazırlanmış projeler derhal durdurulmalı, yukarıdaki ilkeler bütününe göre yeniden düzenlenmelidir.

 “3.4.3. Şehirleşme” (s. 213-216) başlığı altında “850. İklim değişikliği ve afetlere karşı dirençli, tarihi ve kültürel birikimiyle uyumlu nitelikli yerleşim alanlarına sahip, herkes için erişilebilir kentsel hizmetler sunulan, yaşam kalitesi yüksek, yeşil ve dijital teknolojilere dayalı akıllı, güvenli, sürdürülebilir şehir ve yerleşimler oluşturmak temel amaçtır” (s. 213-214) denilmekte, politika ve tedbirlere dair “851. Şehirlerin planlamasında iklim değişikliği ve afetlere karşı dirençliliğin sağlanması, coğrafi özellikler ile kültürel ve doğal değerlerin gözetilmesi esas alınacak, başta yeşil alanlar olmak üzere kamusal alanların erişilebilirlik ve kapsayıcılık ilkesi çerçevesinde oluşturulması ve korunması sağlanacaktır”, “851.1. Mekânsal planların yapımında ve uygulanmasında dirençliliğin sağlanmasına yönelik önlem ve kriterler belirlenerek yerleşme ve yapılaşma koşullarına ilişkin mevzuat yeniden düzenlenecektir” ve “851.5. Mekânsal planlama anlayışının sürdürülebilirlik ve dirençlilik ilkeleri çerçevesinde geliştirilebilmesi için kurumsal, teknik ve beşeri kapasite geliştirilecektir” gibi hedefler yer almaktadır. Diğer alt başlıklara da bakıldığında yazılanla yapılanın ayrı olduğu ve vaatler sıralamasından başka bir şey olmadığı görülmektedir.

Öncelikle katılımcılık ve şeffaflık konusu sıklıkla yer almasına rağmen bu ülkenin her alanında emeği olan TMMOB’nin ve mühendis, mimar, şehir plancılarının yok sayıldığını, sistemden ve süreçlerden dışlandığını belirtmek gerekir. Bugüne kadar uygulanan politikalardaki yanlışlıklardan ve yaşanan olumsuz sonuçlarından bu rantçı anlayışlar sorumludur.

Nüfus artışıyla belli noktalarda yoğunlaşan insan topluluklarının zanaat ve ticaretle gelişip farklılaşması, çeşitlenmesi; örgütlenme ve uzmanlaşmanın yaygınlaşması; etik, kimlik, kavram ve kurallarının oluşumu gibi öğeler bütünü aynı zamanda kenti tanımlar. Kent, bu alanlardaki normları kentliye ve çevresine sunan ölçeklerdeki bir yaşam alanıdır. Bilimsel teknik gelişme ve sanayileşme kentleşmenin artmasına, kenti tanımlayan özelliklerin çeşitlenme ve gelişmesine neden olur. Toplumların kültürel, siyasi, ekonomik ve toplumsal yaşamlarında, ilişki biçim ve türlerinde köklü değişimler yaratır. Bu özellikleriyle kentleşme, gelişmişlik düzeyinin önemli bir göstergesidir.

Günümüzde kentleşme süreci ile birlikte ön plana çıkan toplumsal ve ekonomik yaşama ilişkin kaynak kullanımı ve ölçek büyüklüğü sorunlarının mekânsal boyutunda, merkezi ve yerel yönetimlerin siyasi istismara dayalı uygulamaları, tarım alanlarının, orman alanlarının ve yeşil alanların imara açılması, kamusal alanların özelleştirilmesi, neoliberal politikalar ve rant ekonomisi, belirleyici nitelikte olup gerçek anlamda planlamanın reddi bulunmaktadır.

Bugün Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerdeki kentleşme süreçlerinde ekonomik, teknolojik, siyasal, sosyopsikolojik nedenlerin yanı sıra ekonomik cazibe merkezi haline gelen kentler ve çevreleri, kırsal alandan akın eden milyonlarca kişinin yerleştiği bölgeler olmuş, hızlı ve plansız göçler kent kimliğinin oluşmasını olumsuz yönde etkilemiştir.

Kentlerde hızla artan nüfus, hiçbir planlaması olmayan merkezi iktidarların yönetimindeki kentlerde çözümsüz sorunlar yaratmaktadır. Özellikle kentsel altyapının yeterince geliştirilmemesine bağlı olarak sosyal, kültürel alanlar, parklar, gar, çöp toplama alanları, küçük sanayi siteleri, organize sanayi bölgeleri ve benzeri alanların plansızlığı ve çevre sorunlarının çözülememesi yaşanan sorunların gerekçelerini oluşturmaktadır.

Hızla büyüyen kentlerde konut gereksiniminin karşılanamaması aşırı gecekondulaşma gibi olgular, çarpık ve sağlıksız bir kentleşmeye yol açmaktadır. Ekonomik, siyasal nedenlerle göç sonucu kentlerde düzensiz ve hızlı nüfus artışı konut, su, enerji, kanalizasyon, atık toplama gibi altyapı hizmetlerinin yanı sıra eğitim, sağlık, kültürel hizmetlerin yetersiz kalmasına neden olduğu gibi yaşam maliyetini de artırmaktadır.

Buna ek olarak az gelişmiş bölgelerdeki insan ve sermaye kaynaklarının bölge dışına, kentlere yönelmesi, merkezi karar organlarının kentlerin gelişme sürecinde etkin bir rol üstlenen faktörleri yanlış yönlendirilmesi de bölgesel dengesizliklerin ortaya çıkmasına yol açmakta ve dengeli kalkınmayı önlemektedir. Ayrıca göç olgusu bölge pazarının daralmasına, var olan yatırımların işlevsiz kalmasına ve gelişme dinamiklerinin yitirilmesine neden olarak geri kalmışlığı pekiştirmektedir.

Bu değerlendirmeler dışında kaçak yapılaşma, imar afları, kentsel dönüşüm, yapı denetim sistemi, yeniden yapılaşma, kent planı, mekânsal planlama ve uygulamalar ayrı ayrı daha temel olarak ele alınmalı ve değerlendirmeler daha somut politikalar ve uygulamalar ifade edilmelidir.

6. Sonuç

Planlar için burada söylenebilecek olan en özlü sonuç şudur: Türkiye’de planlı kalkınma yaklaşımı Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı (1979-1983) rafa kaldırılıp yerine 24 Ocak 1980 Kararlarının uygulanmasından itibaren bitmiş bir hikayedir. Beşinci Beş Yıllık Plandan(1985-1989) itibaren gördüğümüz şey de, IMF gözetiminde bir ekonomi envanteri dökümünden başka bir şey değildir. AKP de IMF programlarının uzun süre (2008 ortasına kadar doğrudan, 2015 sonuna kadar dolaylı) kalkınma planından daha önemli bir kılavuz olarak kabul edildiği bir döneme doğmuştu. Türkiye’nin ihtiyacı olan şey ise bu anlayıştan kurtulmak ve gerçek bir kalkınma plancılığına geçiştir. Bunun için de öncelikle AKP döneminin sonlanmasını sağlamak ve özerk bir “Türkiye Planlama Kurumu”nu oluşturmak gerekecektir.

Kalkınma konusu, toplumsal kalkınma esprisi içinde; ülke-toplum çıkarları, merkezi/ulusal ölçekli plan/planlama ve kesintisiz bir sanayileşme; tarımda gıda egemenliğinin sağlanması; gelir-bölüşüm ilişkilerinin düzenlenmesi; tam istihdam ve çevre faktörleriyle bir bütünlük içinde tanımlanmalıdır. Emek ve halk eksenli bir sanayileşmeye yönelik planlama ve kalkınma, teknolojik gelişmelerin gıda, sağlık, eğitim, enerji, ulaşım, gelir, bölüşüm politikaları ve çevresel yaşanabilirlik ile birlikte tanımlanmasını kapsamalıdır. Türkiye’nin toplumsal gereksinimlerini; kamu mülkiyeti, kamu işletmeciliği, kamusal hizmet ve denetimler kamucu yaklaşım içinde ele alan, yeni ve başka bir planlama, sanayileşme, kalkınma, tam istihdam ve toplumsal refah bütünlüğü, başka bir Türkiye gerekliliği açısından elzemdir.

Neoliberal, rantçı, kapkaççı, usulsüzlük, yolsuzluk ve kuralsızlaşmaların sıradanlaştığı, gelir dağılımının her geçen gün giderek daha da bozulduğu, üretim, mühendislik, sanayi,tarım, kent ve çevre koşullarının önemli değişim-dönüşüm geçirdiği ülkemizde, mevcut durumdan çıkış için emperyalizmden bağımsız siyasi bir iradeyle, yeniden planlama, sanayileşme, kalkınma hamlesi için halkçı kamucu toplumcu bir yaklaşım ve bu temellerdeki bir kalkınma planlamasına ivedi ihtiyaç vardır.