ODALARDAN MARMARA DEPREMİ YILDÖNÜMÜ ÜZERİNE AÇIKLAMALAR

18.08.2014

İnşaat Mühendisleri Odası, Jeofizik Mühendisleri Odası, Jeoloji Mühendisleri Odası, Kimya Mühendisleri Odası ve Makina Mühendisleri Odası; 17 Ağustos depreminin 15. yıldönümü dolayısıyla birer basın açıklaması yaptılar.

İMO: Güvenli ve Sağlıklı Yapılaşma İçin
Mühendisler Susmayacak!

 

  • 17 Ağustos 1999 depreminin 15. yıldönümünde İzmit’teyiz.

 

  • Deprem gerçeğini ve deprem tehlikesini unutturmama ısrarını sürdürüyoruz.

 

  • 1999 Marmara, 2011 Van depremi ve irili-ufaklı yer hareketleri, depremi toplumsal travma haline getirdi.

 

  • Toplumsal travmayı atlatmak ancak güvenli ve sağlıklı yapı üretimini sağlamakla başarılacaktır.

 

  • Deprem ülkemizin bir gerçeğidir. Bu gerçek aynı zamanda kaçak ve sağlıksız yapılaşmaya ve mühendislik hizmeti almadan gerçekleştirilen yapı üretimi sorununa işaret etmektedir.

 

  • Van Depremi, Marmara Depreminden yeterince ders alınmadığını açığa çıkarttı. Korkarız ki Van depreminden alınmayan dersler de bir başka depremde karşımıza çıkacak.

 

  • Son yüzyılda Anadolu coğrafyasında meydana gelen depremlerde yüzbini aşkın insan hayatını kaybetmiştir.

 

  • İnşaat mühendisliği, her zeminde ve her şart altında güvenli ve sağlıklı yapı üretebilen bir bilim dalıdır.

 

  • İşlevsel ve eksiksiz yapı denetimi güvenli ve yaşanabilir yapı üretimini gerçekleştirmenin biricik yoludur.

 

  • Deprem tehlikesi yapı üretiminde köklü değişiklikler yapılmasını zorunlu kılmaktadır. Oysa siyasi iktidarın bu yöndeki değişiklikleri Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu gerçeğini göz ardı etmekte, aksine mühendislik mesleğinin önemini azaltmaktadır.

 

  • Yapı üretim süreci yapılan son değişikliklerle Meslek Odalarının devre dışı bırakılmasıyla birlikte denetimsizliğe mahkûm edilmiştir.

 

  • Meslek Odalarını devre dışı bırakmak güvenli yapı üretimini engelleyecek sonuçlar doğurmaktadır.

 

  • İnşaat Mühendisleri Odası, güvenli ve sağlıklı yapılaşma konusundaki kararlığını sürdürecektir.

 

İnşaat Mühendisleri Odası depremi unutmama, unutturmama ısrarını sürdürmektedir. İMO, güvenli ve sağlıklı yapı üretimi sağlanana kadar da depremi unutmamaya, unutturmamaya, siyasi iktidarın görev ve sorumluluğunu hatırlatmaya kararlıdır. Bu salt, yapı üretim sürecinin asli unsuru olan meslek mensuplarının örgütü olmaktan kaynaklanmaktadır; toplumsal, kamusal sorumluluğun bir gereğidir.

 

İnşaat Mühendisleri Odası insanın refahını ve mutluluğunu temel almakta, güvenli ve sağlıklı yapılarda yaşamayı taviz verilemez temel bir hak olarak görmekte, yapı üretim sürecinin kâr esasına göre düzenlenmesine karşı çıkmakta, barınma hakkı kavramını, güvenli, sağlıklı ve nitelikli barınma hakkı olarak genişletmekte, mesleki-politik hattını bu görüşüne uygun oluşturmaktadır.

 

Odamız, 1999 Marmara Depremi’nin 10. yıldönümünden bu yana Marmara depreminin simge kentlerinde merkezi etkinlikler düzenlemektedir. Bununla birlikte eş zamanlı olarak ülke genelinde deprem bilincinin oluşturulmasına yönelik sergiler, paneller, basın açıklamaları yapılmaktadır. Çünkü bilinmektedir ki, siyasi iktidarların gücü, toplumsal hafızanın zayıf olmasıyla doğru orantılıdır. Toplumsal hafızası zayıf ülkelerde ne yaşanan acılardan ders alınmakta ne de siyasi iktidarlar sorumluluğunu yerine getirmektedir.   

 

17 Ağustos 1999 Depremi’nin yıldönümünde İnşaat Mühendisleri Odası İzmit’tedir. Marmara Depremi’nin simge kentlerinden olan İzmit, yaşadığı acıları unutmayacak ve “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” temennisinin yankılanmasına bir kez daha tanık olacaktır.

 

Bir Türkiye gerçeği olarak deprem

 

15 yıl önce bugün Gölcük merkezli bir deprem meydan geldi. Başta Gölcük ve İzmit olmak üzere İstanbul’dan Sakarya’ya, Yalova’dan Bolu’ya oldukça geniş bir bölge depremin yıkıcılığına tanık oldu. Onbinlerce insan hayatını kaybetti, yüzbinlerce insan yaralandı; insanlar evsiz, hastanesiz, okulsuz kaldı; ülke ekonomisi telafi edilmesi mümkün olmayacak ölçüde ağır bir darbe aldı.

 

Deprem bilinen ancak yok sayılan pek çok gerçeği gün yüzüne çıkarttı: Tarih boyunca Anadolu coğrafyası sayısız depremle sarsılmış olmasına rağmen 1999 yılında depreme hazırlıksız yakalanmak başlı başına tuhaflığa işaret ediyordu. Anlaşıldı ki ülkemizde yapı stoku güvenli ve sağlıklı olmaktan uzaktı. Pek çok yapı kaçaktı ve mühendislik hizmeti almadan inşa edilmişti. 20 milyon olarak tahmin edilen yapı stokunun büyük oranlarda yenilenmesi, güçlendirilmesi gerekiyordu. İlgili mevzuat yetersizdi, yapı üretim süreci denetlenmiyordu, yapı malzemeleri nitelikli değildi. Toplumda deprem bilinci yoktu, afet anına ve afet sonrasına ilişkin merkezi, bütünlüklü planlama mevcut değildi. Bu sorunlar aynı zamanda deprem sonrası süreçte tartışma başlıkları olarak gündeme dâhil oldu. Özellikle tartışmalar yapı denetimi sistemi üzerinde yoğunlaştı.

 

İnşaat Mühendisleri Odası 1999 depremlerinden sonra konu ile ilgili hemen her girişimin içinde yer aldı. Deprem Konseyi’nin, Deprem Şurası’nın çalışmalarının katılımcısı oldu; görüş bildirdi. 2001 yılında çıkartılan ve ancak uygulaması 19 ille sınırlı tutulan 4708 Sayılı Yapı Denetimi Hakkında Kanunu’yla ilgili görüş ve önerilerini kamuoyu ve ilgili idare ile paylaştı, eleştiri ve öneri geliştirdi. Kendi olanaklarıyla deprem ve yapı denetimi konulu çok sayıda bilimsel etkinlik düzenledi. Güvenli ve nitelikli yapı üretiminin sağlanması ve mühendislik uygulamalarının niteliğinin yükseltilmesi amacıyla daha önceki yıllarda başlatılan Yetkin Mühendislik tartışmasını derinleştirdi, zenginleştirdi, uygulamaya aldı. Aynı zamanda üyelerinin eğitimine ağırlık verdi; meslek içi eğitimler, kongre ve sempozyumlarla mesleki uygulamaların niteliğini yükseltmeye, Serbest İnşaat Mühendisliği (SİM), İşyeri Tescil Belgesi (İTB) ile meslektaşlarını denetlemeye çalıştı.  Odamız sadece meslektaşlarının değil, yapı üretim sürecinin önemli unsuru olan usta ve kalfaların eğitiminde de rol üstlendi.

 

İnşaat Mühendisleri Odası’na göre temel sorun, yapı üretim sürecinin ve mesleki uygulamaların niteliksizliği ve denetimsizliğinden kaynaklanıyordu. 

 

Deprem bir doğa olayıdır

 

Türkiye bir deprem ülkesidir, bir başka ifadeyle ülkemiz yer kürenin önemli deprem kuşaklarının üzerinde bulunmaktadır. Topraklarının ve nüfusunun büyük bir bölümü değişik derecelerde deprem tehlikesini yaşamaktadır. Büyük kentlerimiz ve sanayi tesislerimiz risk altındadır.

 

Bilinen ifadeyle; deprem bir doğa olayıdır. Doğa olayı olan depremin ülkemizde doğal afet gibi yaşanması ve bir türlü önlem alınmaması sorunun kaynağını oluşturmaktadır.

 

Defalarca yineledik, Marmara Depremi’nin 15. yıldönümünde bir kez daha tekrarlamak istiyoruz: İnşaat mühendisliği her zeminde ve her şart altında güvenli ve sağlıklı yapı üretebilen ve bunu örnek uygulamalarla kanıtlayan bir bilim dalıdır. Doğa olaylarının doğal afet durumuna geçmemesi ancak her yapının mühendislik hizmeti almasını sağlayacak bir sistem kurmaktan geçmektedir.

 

Depremin bir doğa olayı olduğu kabul edilmeli ancak denetimsizliğin neden olduğu olumsuzlukları “kader” gibi değerlendiren yaklaşım terk edilmeli, yer hareketlerine ve zemine uygun yapı üretmenin depremi tehlike olmaktan çıkartacağı gerçeği görülmelidir.

 

Mevcut yapı stoku ve yapı denetimi

 

Ülkemizi, kentlerimizi, yapılarımızı depreme karşı hazırlamanın iki temel yolu bulunmaktadır. İlki mevcut yapı stokunun iyileştirilmesi, güçlendirilmesidir. İkincisi ise yapı üretim sürecinin denetlenmesidir. İlki, mevcut olumsuzluğu azaltmayı amaçlamaktadır. İkincisi ise geleceği kazanmakla ilgilidir.

 

Mevcut yapı stokunun iyileştirilmesi, mevcut binaların güçlendirilmesi bağlamı beraberinde pek çok soru işareti taşımakta, özellikle kamu binalarının akıbeti hakkındaki bilinmezlik devam etmektedir. Ne yazık ki ülkemizde ayrıntılandırılmış yapı envanteri olmadığı için yapılarımızın olası bir depremde ne tür tepki vereceği bilinmemektedir. Ancak 1999 Marmara ve 2011 Van depremlerinde yapı stokumuzun iyi bir sınav vermediği açıktır. Bununla birlikte yapı stokumuzun yüzde 60’ının 20 yaş ve üzeri yapılardan oluştuğu, bunların büyük bölümünün ise ruhsatsız olduğu ve mühendislik hizmeti almadan üretildiği bilinmektedir.

 

Bu gerçeklik, “kentsel dönüşüm”, “riskli yapı”, “riskli alan” gibi kavramları, bunlarla ilgili yasal düzenleme ve uygulamaları gündeme taşımış, uzun yıllar deprem tehlikesine karşı önlem almayan, adeta insanları deprem tehlikesi ile karşı karşıya bırakan siyasi iktidar, tek çare olarak gördüğü kentsel dönüşüm projelerini başlatmıştır.

 

Açıkçası kentsel dönüşüm projeleri tam bir bilinmeze işaret etmektedir. Ne bütünlüklü ve merkezi planlamadan söz etmek mümkündür ne de başlatılan, bitirilen ve başlatılacak olan projelerle ilgili verilere ulaşılmaktadır. Dolayısıyla yapı stokunun ne kadarı iyileştirilmiş, kaç bina yıkılıp yeniden yapılmış bilinmemekte, özellikle kamu kurumlarına bağlı okulların, yurtların, kreşlerin, hastanelerin sayısı, bunlardan kaç tanesinin yıkıldığına/yıkılacağına, kaç tanesinde güçlendirme yapıldığına/yapılacağına ait bilgilere ulaşmak mümkün olmamaktadır. 

 

Süreç tam bir keşmekeş içerisinde yürütülmektedir. “Riskli alan”, “riskli yapı” tespitlerindeki adaletsizlik, keyfilik ve hukuksuzluğun yol açtığı mağduriyetler, hak kayıpları; kentsel dönüşüm projelerinin kentsel rantın yüksek olduğu bölgelerden başlaması; Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın tek taraflı irade ile “riskli alan” belirlemesi; “riskli alanlarda” yaşayanların yerleşmesi için hazırlanan “rezerv alanları”, sermaye gruplarının yatırım yapmasına uygun hale getiren yasal düzenlemelerin yapılması, kentsel dönüşüm projelerinin ağırlıkla TOKİ eliyle yürütülmesi, büyük ölçekli iş yapan/yaptıran, binlerce konut üreten TOKİ’nin kamu olanaklarıyla devasa bir şirkete dönüşmesi ve yapı denetimden muaf tutulması sorunun giderek çetrefilleştiğini, kentlerimizi depreme hazırlamak yerine, kentsel değerlerin sermaye gruplarının kullanımına uygun hale getirmek amacıyla düzenlemeler yapıldığını göstermektedir.

 

Güvenli gelecek için yapı denetimi şarttır

 

Türkiye gibi deprem coğrafyasında bulunan bir ülkede kritik soru, yapı denetiminin eksiksiz ve ihtiyacı karşılayacak bir işleyişe sahip olup olmadığıdır. Ne yazık ki bugün ülkemizdeki mevcut uygulama içimizi rahatlatacak, kaygılardan kurtulmamızı sağlayacak içerikte değildir. Yapı denetim sisteminin sorunlu, sıkıntılı ve zaaflı yönleri bulunmaktadır ki, bütün bunların doğurduğu olumsuz sonuçlar ne yazık ki depremlerle görünür hale geçmektedir.

 

Doğal afet riskinin az düzeyde olduğu ve kaçak yapılaşmanın görülmediği kıta Avrupa’sındaki ülkelerde bile yapı denetimi eksiksiz uygulanırken, ülkemizde yapı üretim sürecinin ve ilgili mevzuatın taşıdığı zafiyet geleceğe dönük kaygıları artırmaktadır.

 

Bilinmelidir ki, yapı denetimi güvenli ve sağlıklı yapı üretimiyle sınırlı bir kavram değildir. Süreç aynı zamanda yer seçimi, zemin etüdü, projelendirme, yapım koşulları, çevre güvenliği, estetik, sağlık koşulları, ekonomi ve garanti sürelerini içermektedir.

 

Yapı denetimin özel şirketler vasıtasıyla yapılıyor olması, onun özünde kamusal bir sorumluluk olduğu gerçeğini değiştirmemesi gerekmektedir. Ne yazık ki mevcut işleyişte, iş sahibi, işi denetleyecek yapı denetim kuruluşunu kendi belirlemekte, yapı denetim kuruluşu da ücret aldığı işvereni denetlemek durumunda kalmaktadır.

 

Yapı denetimi gibi yapı üretim sürecinin olmazsa olmazı kabul edilen temel bir konu ne yazık ki piyasacı ve rekabetçi bir anlayışla düzenlenmek istenmektedir. Bu zemine oturtulmuş sistemin, denetimi istenen düzeyde yerine getirmesi mümkün değildir.

 

Meslek Odalarının devre dışı bırakılması

 

Siyasi iktidar, son dönemde gerçekleştirdiği değişikliklerle Meslek Odalarını etkisizleştirmiş, devre dışı bırakmış, Meslek Odası-üye ilişkisini kesmiş, bunun yanı sıra yapı denetim sistemini başıboşluğa teslim etmiştir.

 

Meslek Odalarının etkisizleştirilmesi ve devre dışı bırakılması, deprem tehlikesi ile karşı karşıya olduğumuz gerçeğinin anlaşılmadığının, işin ciddiyetinin kavranmadığının bir başka göstergesidir.  

 

Siyasi iktidar Meslek Odalarından neden bu kadar rahatsızdır anlamak ve kabul etmek mümkün değildir. Oysa Meslek Odaları; toplumsal sorumluluğu gereği mesleki uygulamaları denetlemekte, mesleki niteliği yükseltmek amacıyla çalışmalar gerçekleştirmekte, üyelerinin sicilini tutmakta, üyeler tarafından gerçekleştirilen mesleki faaliyetleri kayıt altında bulundurmakta, yapı üretim sürecinin kanayan yarası olarak kabul edilen “imzacılığın” önüne geçmeye, üyelerinin ayıplı, kusurlu iş yapmasını önlemeye, sahte mühendisliğin önünü alınmaya çalışmaktadır.

 

Meslek Odalarına dönük girişimleri kısaca hatırlatmak gerekirse; 2011 yılında 636 ve 644 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, 3 Nisan 2012 ve 14 Nisan 2012 tarihlerinde, Planlı Tip İmar Yönetmeliği ile Yapı Denetimi Uygulama Yönetmeliği’nde gerçekleştirilen değişiklik ve 9 Temmuz 2013 tarihinde 3194 İmar Kanunu’nun 8. maddesinde yapılan değişiklikle Meslek Odalarının kamu adına denetim yapma yetkisi elinden alındı.

 

Bu değişikliklerin ne anlama geldiğine dair görüşlerimiz defalarca kamuoyuyla paylaşıldı. Ancak deprem tehlikesinden hareketle; mevzuat değişikliklerinin güvenli ve sağlıklı yapılaşma, nitelikli yapı üretimi ve işlevsel yapı denetimi sisteminde yol açtığı zaaflar ile mesleki faaliyetlerin ve meslektaşların denetlenmemesinin neden olduğu olumsuzlukları hatırlatmakta fayda bulunmaktadır.

 

Mevzuat değişikliklerinin en dikkat çeken sonucu sahte mühendisler ile değişik nedenlerle mesleki faaliyette bulunmaya haiz olmayan mühendislerin çoğalması oldu.

 

Açık ki, yapı denetimini ve mühendislik/mimarlık mesleğini önemsemeyen, yapı üretim sürecini piyasa koşullarının vahşi rekabetine bırakan bir anlayışla karşı karşıyayız.

 

Anlaşılan o ki siyasi erk, Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğunu unutmakta, deprem önlemlerinin başında işlevsel, uygulanabilir bir denetim mekanizması geldiği gerçeğini yok saymaktadır.

 

Üzülerek ifade ediyoruz ki siyasi iktidara yön veren Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu gerçeği değildir. Siyasi iktidar, kamu adına denetim yapmakla sorumlu Meslek Odalarını devre dışı bırakıp, kamu yararı taşımayan projelerin denetlenmesinin önüne geçmek, yapı üretimi ve denetimini ticarileştirmek, kentsel değerleri sermaye gruplarına peşkeş çekmek istemektedir.

 

17 Ağustos 1999 depreminin üzerinden 15 yıl geçmesine karşın hâlâ bu sorunları yaşıyor olmamızın, depremin her yıl dönümünde aynı sorunlara temas ederek kamuoyunun karşısına çıkıyor olmamızın nedeni bu anlayıştır.

 

Ancak unutulmamalıdır ki insanımızın canı, emek vererek sahip olduğu değerleri, sermaye gruplarının kâr hırsına kurban verilmeyecek önemdedir.

 

Bu nedenle İnşaat Mühendisleri Odası; güvenli ve sağlıklı yapılaşma sağlanana, yapı denetimin kamusal özelliği belirleyici olana, mühendislik hizmeti almadan üretilmiş tek bir yapı kalmayana kadar susmayacaktır.

 

İnşaat Mühendisleri Odası
Yönetim Kurulu

 

 

 

 

JFMO: 17 AĞUSTOS 1999 MARMARA DEPREMİ‘NİN 15. YILDÖNÜMÜ

DEPREMLERİN AFETE DÖNÜŞMEMESİ İÇİN AKIL, BİLİM VE MÜHENDİSLİK GERÇEKLERİNDEN YARARLANMALIYIZ...

Hafızalarımızdan silemediğimiz, hatırlamak dahi istemediğimiz, 17 Ağustos 1999 yılında yaşadığımız büyük depremden bu yana on beş yıl geçti. On beş yıl önce  İzmit'te, Adapazarı’nda, Gölcük'te, Yalova‘da ve İstanbul‘da binlerce insanımızın ölümüne, kentlerimizin yıkılıp harap olmasına yol açan büyük Marmara Depremini yaşadık. Ülke olarak büyük bir yasa boğulduk, yüreğimiz yandı.

Ülkemizde endüstrinin ve şehirleşmenin en yoğun olduğu, Marmara Bölgemizde meydana gelen 7.4 büyüklüğündeki deprem yaklaşık 30.000 insanımızın ölümüne, 23.983 insanımızın yaralanmasına, 324.000 konutun hasar görmesine, yaklaşık 30 milyar dolar maddi kaybın meydana gelmesine neden olmuştur. Halkımızın güvenli barınma hakkı ve sağlığı hiçe sayılarak depreme dayanıklı yapı tasarım ilkeleri ve zemin özellikleri dikkate alınmadan konutlar, sanayi tesisleri, ulaşım - iletişim altyapıları inşa edilmesi, bunlara bir de kalitesiz ve yeterli kontrolü olmayan yapılaşma eklenince yaşadığımız bu felaket kaçınılmaz olmuştur. Yaşanan bu afet sonucu yitirdiğimiz insanların acısını yüreğimizde taşıyoruz. Deprem sonrasında yaşamları kararan insanların yaşadığı sosyal deprem ve umutsuzluğun bir daha yaşanmaması için yetkilileri uyarıyor, duyarlılığa davet ediyoruz.

17 Ağustos 1999 tarihinde meydana gelen Richter ölçeğine göre 7,4 büyüklüğünde Marmara Depremi ve 12 Kasım 1999 tarihinde meydana gelen Richter ölçeğine göre 7,2 büyüklüğündeki Düzce Depreminden sonra 23 Ekim 2011 tarihinde meydana gelen Van Depremi sırasında ve sonrasında yaşadıklarımız ve kaybettiklerimiz Ülkemizin deprem gerçeğini bir kez daha ortaya koymuştur.

Türkiye topraklarının %93‘ü, nüfusunun %98‘i, sanayi kuruluşlarının %98‘i deprem bölgeleri içinde yer almakta, barajlarımızın %95‘i bu tehlikeli hat üzerinde bulunmaktadır. Ülkemiz deprem tehlikesi ile iç içe yaşamaktadır. Bu gerçeklere rağmen, yerleşim ve yapılaşma amaçlı yer seçimi çalışmalarında mühendis, mimar ve şehir plancılarının deprem riski konusundaki uyarıları dikkate alınmamış, hukuksal ve ekonomik önlemler için yeterli adımlar atılmamıştır.

Tam aksine, önlem alınması bir yana, eksik de olsa var olan düzenlemelerin ortadan kaldırıldığı bir süreci yaşamaktayız. Bunun en büyük göstergelerinden bir tanesi de,  02.08.2013 tarih ve 28726 sayılı Resmi Gazete‘de yayımlanan, 6495 sayılı "Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun‘da; Madde 73 p) 1ı) 3/5/ 1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanunu‘nun 8. maddesine eklenen 1ı) bendi ile "Harita, plan, etüt ve projeler; idare ve ilgili kanunlarında açıkça belirtilen yetkili kuruluşlar dışında meslek odaları dahil başka bir kurum veya kuruluşun vize veya onayına tabi tutulamaz, tutulması istenemez. Vize veya onay yaptırılmaması ve benzeri nedenlerle müellifler veya bunlara ait kuruluşların büro tescilleri iptal edilemez veya yenilenmesi hiçbir şekilde geciktirilemez. Müelliflerden bu hükmü ortadan kaldıracak şekilde taahhütname talep edilemez." düzenlenmesi olmuştur.

Yapılan bu düzenleme ile meslek odalarının mesleki denetimi tamamen kaldırılmaktadır. Torba Yasa içerisine eklenen bu bentle TMMOB ve bağlı odalar etkisizleştirilmeye, itibarsızlaştırılmaya çalışılmaktadır.

Meslek odalarının yapmış olduğu kamusal mesleki denetimi kaldırılarak, serbest çalışan meslektaşlarımızın Odaları ile bağlarının koparılması amaçlanmaktadır. Bu düzenleme ile Oda üyesi olup olmadığı belli olmayan diplomasız Jeofizik mühendislerinin rapor hazırlamasının önü açılacaktır. Mesleki denetim olmadığı için Oda mevzuatına göre tescilli bürolarımız haksız rekabete uğrayacaklardır. Etüt ve projelerin standartlara uygun olarak yapılıp yapılmadığı kontrol edilemediğinden hazırlanacak niteliksiz zemin etüt raporları yapı güvenliğinden yoksun bir bina stokunun oluşmasına neden olacak, her depremde olduğu gibi ülkemiz büyük can ve mal kayıpları ile  karşı karşıya kalacaktır.

3194 sayılı İmar Kanunu‘nun 8. maddesine eklenen bir bentle TBMM‘de "Torba Yasa Teklifi" görüşülürken gece yarısı önergesi ile yapılan bu düzenleme; Jeofizik Mühendisliği Hizmetlerinin, Jeofizik Mühendisleri Odası tarafından belirlenen, jeofizik mühendisliği asgari ücret tarifesinin uygulanması suretiyle meslektaşlar arasında haksız rekabetin önlenmesi, jeofizik mühendislik hizmetlerinin mesleki, bilimsel ve teknik esaslar, ülke ve meslektaş yararları doğrultusunda verilmesini engelleyici bir düzenlemedir.

Kamu yararı, insanlarımızın depremlerden ve diğer bütün afetlerden korunma, sağlıklı ve güvenli bir çevrede yaşama hakkı açısından 3194 sayılı İmar Kanunu‘na eklenen bu değişikliğin düzeltilmesi gerekmektedir. Aksi taktirde yaşanacak bir afette can ve mal kayıpları ile ilgili veballeri yasa koyucuların boynunda olacaktır.

Kentsel Dönüşüm Projelerinin uygulanmasında, Bilindiği gibi mevcut binalarda ve yeni yapılacak bina yapım süreçlerinde ve Ağır hasarlı kararı veya yıkılması istenilen binalarda tahribatsız incelemelerde tamamen Jeofizik teknikler ve aletleri kullanılmaktadır. Bu kapsamda yeni yapılacak ve mevcut binaların deprem etki ve çekince tehlikesi yönünden testi, betonun deprem parametreleri cinsinden dayanımı, homojenliği ve nem durumu, demir donatıların yerleri, çapları, korozif özellikleri tespiti jeofizik mühendisleri tarafından yapılmaktadır. Ancak yapı denetim kuruluşlarında jeofizik metotlara dayanan tahribatsız incelemeyi yapacak jeofizik mühendisi bulunmamaktadır.

Yapı Denetim Hakkında Kanun ve Uygulama Yönetmeliğinde yapı denetim kuruluşlarının ortakları arasında proje denetçisi olarak Jeofizik mühendisleri yer almamaktadır. 4708 sayılı mevcut Kanunla getirilen düzenlemede ise Jeofizik mühendisleri yalnızca laboratuar denetçisi ve jeoteknik etüt sorumlusu olarak zemin ve laboratuarda görevlendirilmiştir.

Yeni yapılacak yapının tüm aşamalarında tahribatsız beton deneylerinin ve betonda hasarsız mukavemet ölçümlerinin yapılmasında ve yapının depremsellik analizlerinde kullanılacak depremsellik verilerinin ölçümü için üst yapının çeşitli yerlerinde ve zeminde sismolojik ölçümler yapılması 06.03.2007 tarih ve 26454 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren Deprem Bölgelerinde Yapılacak Binalar Hakkında Yönetmelik ”, hükümleri gereği binalarda tahribatsız Jeofizik incelemeler yapılması ve yapı statik projesine yönelik olarak hazırlanacak jeoteknik rapor(jeofizik, sondaj, arazi ve laboratuar deneyleri) içindeki çalışmaların arazide denetlenmesi ve sonuçlarının değerlendirilmesi, üst yapıda tahribatsız incelemeler, yapının depremsellik analizi parametreleri ve yapıya ait jeoteknik rapor hazırlanması Jeofizik mühendisleri tarafından yapılmaktadır.

Yapı üretim sürecinden bitimine kadar söz konusu çalışmalar jeofizik mühendisleri tarafından yapılmakta ve önemli bir yer tutmaktadır. Bu kapsamda jeofizik mühendisleri olmazsa olmaz bir şekilde teknik müşavirlik kuruluşları ortağı olarak zemin laboratuar deneyleri, jeoteknik etüt ve yapıda tahribatsız jeofizik testlerle ilgili proje müellifi ve denetçisi olarak görevlendirilmesi zorunluluğu vardır.

“Teknik Müşavirlik Kuruluşlarında” laboratuar denetçisi görevinden ayrı olarak yapı denetim kuruluşu ortağı, jeoteknik etüt ve tahribatsız yapı inceleme proje müellifi ve proje denetçisi olma zorunluluğu getirilmesi kamu yararına olacaktır.

Deprem ülkemizde kaçınılmaz bir yaşam gerçeğidir. Unutulmamalıdır ki; geçmişte büyük depremler olduğu gibi gelecekte de olmaya devam edecektir. Önemli olan deprem öncesi gerekli tedbirlerin alınarak deprem riskinin en aza indirilmesi ve depremden sonra arama-kurtarma ve ilk yardım hizmetlerinin koordineli ve sağlıklı bir şekilde organize edilebilmesidir. Aksi takdirde tarihin acı tekerrürleri deprem gerçeğini bizlere tekrar hatırlatacaktır.

TMMOB Jeofizik Mühendisleri Odası olarak depremle iç içe yaşayan ülkemizde, yaşayacağımız depremlerin yıkıcı afetlere dönüşmemesi için akıl, bilim ve mühendislik gerçekleri doğrultusunda hareket edilmesi gerektiğini ifade ediyor, depremlerde hayatını kaybeden tüm vatandaşlarımızı saygıyla anıyoruz.

TMMOB JEOFİZİK MÜHENDİSLERİ ODASI
XV. DÖNEM YÖNETİM KURULU

 

 

 

JMO: İDARE-İ MASLAHATÇILIK BİZİ DOĞRU HEDEFLERE GÖTÜREMEZ!

"ASRIN AFETİ"NDEN SONRA 15 YILDA ALINAN YOL

"BİR ARPA BOYUNU" GEÇEBİLDİ Mİ?

1999 yılının 17 Ağustos gecesinde 45 saniyede yitirdiğimiz on binlerce insanımız ve milyarlarca lira ekonomik kayıplarımızın üzerinden 15 yıl geçmesine rağmen bugün  17 Ağustos 2014`te itiraf etmemiz gerekiyor ki; DEPREM NE YAZIK Kİ UNUTULMUŞ, UNUTTURULMUŞ ve YAPILANLAR İDARE-İ MASLAHAT`IN ÖTESİNE GEÇEMEMİŞTİR.
Ülkemiz gündeminden hiç çıkmaması gereken ve unutulduğu an meydana gelen deprem yıkıcı sinsi yüzünü son olarak 2011 yılında meydana gelen Van depremleriyle göstermiş, 1999 yılında meydana gelen depremlerden yeterli dersi çıkarmadığımız gerçeğini bir kez daha en acımasız bir şekilde hatırlatmıştır.
Ülkemizin jeolojik gerçekliği olarak depremlerle sık sık karşılaşacağımız bilinmesine karşın, deprem gibi bir doğa olayının "asrın felaketine" dönüşmesinin ardından geçen onbeş yıl sonra bugün, yaşadığımız çevrenin afetlere karşı daha güvenli olduğunu söylemek maalesef hala mümkün değildir.
Son günlerde Karadeniz`den Akdeniz`e, Ege Denizinden Van`a kadar ülkemizin çok geniş bir coğrafyasında meydana gelen depremler, ülkemizin olması gereken can alıcı gündem maddelerinden birisinin deprem olduğu gerçeğini bizlere defalarca hatırlatmaya devam etmektedir.
Değerli Basın Emekçileri
17 Ağustos 1999 tarihinde meydana gelen ve büyüklüğü 7.4 olan bu deprem nedeniyle 17.479 kişi hayatını kaybetmiş,  45.953 kişi yaralanmış, 244.383 civarında konut ve işyeri hasar görmüş, üretim kaybı dahil GSMH üzerindeki olumsuz doğrudan ve dolaylı etkisi yaklaşık 15 milyar ABD Doları olarak hesaplanmıştır. 17 Ağustos 1999 Marmara depreminin devasa boyutta bir felakete dönüşmesinin temel nedeninin; yeterince mühendislik hizmeti görmemiş depreme dayanaksız yapılar, sağlıksız ve plansız kentleşmeler ile yanlış yerleşim alanlarının belirlenmesi olduğu gerçeği artık herkes tarafından kabul edilmiştir. 
TMMOB JMO olarak 1999 Depremlerinin 15. Yıl dönümünde, Ülkemizin depreme hazırlık açısından aldığı yolun kısa bir değerlendirmesini sizlerle paylaşmayı gerekli görüyoruz. 

15 YIL NASIL GEÇTİ?
1999 Depremlerinden bu güne kadar depremlerle ve yapılması gerekenlerle ilgili TBMM dahil bir çok kuruluş tarafından raporlar hazırlanmış, eylem planları oluşturulmuş; Yapı Denetimi Hakkında Kanun ve Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun ile bazı ikincil nitelikteki yönetmelik vb alt mevzuatlar çıkarılarak yürürlüğe konulmuştur. Ancak, deprem zararlarının azaltılması yönünde yapılması gerekenleri eksikli de olsa ortaya koyan Ulusal Deprem Konseyi, Deprem Şûrası, Kentleşme Şurası (KENTGES) raporları gereği yapılmadan tozlu raflara kaldırılarak unutulmuş, çıkarılan yasalar ise deprem zararlarını azaltma yerine, deprem bahane edilerek siyasi iktidarın rant dağıtımının birer mevzuatı olmuştur. Sonuçta, geçen 15 yılda sadece bir arpa boyu yol alınabilmiştir.

GÜNCEL DURUM
Ülkemizin en temel gündem maddelerinden biri olması gereken DEPREM, NE YAZIK Kİ UNUTULMUŞ/UNUTTURULMUŞ, YAPILANLAR İDARE-İ MASLAHAT`IN ÖTESİNE GEÇEMEMİŞTİR.
Çünkü;
Afet ve acil durumları daha iyi yönetebilmek ve "risk azaltma odaklı stratejileri hayata geçirmek için kurulan" AFAD, "göçmen sorunlarının yönetimine sıkışmış", "son dönemdeki kurum faaliyetlerinde deprem, sel, heyelan vb afet olayları yer almamıştır. 
Deprem Şûra`sı vb. diğer raporlarda ısrarla vurgulanan Afet, İmar ve Yapı Denetimi gibi Kanunlarının yeniden düzenlenmesi konusunda aradan geçen süre içinde herhangi bir gelişme olmamıştır.
Yasa bazında gerekli değişiklikler yapılmamasına karşın 17 Ağustos depremi sonrasında yürürlüğe konan Yönetmelik ve Genelgelerle, güvenli yapılaşmanın ilk adımı olan zemin etütlerinin ve sağlıklı kentleşmenin altlığını oluşturan imar planlarına esas Jeolojik-Jeoteknik etütlerin zorunlu hale getirilmesi önemli bir gelişme olarak değerlendirilmesine rağmen, afet risklerinin azaltılması açısından yaşamsal öneme sahip bu düzenlemelerin uygulanması ve hayata geçirilmesi konusunda yerel yönetimlerin yeterli duyarlılığı göstermemeleri, hala yeterince ders almadığımızı göstermektedir. 
"6306 sayılı yasa ve Kentsel Dönüşüm Projeleri" depreme dirençli kentlerimiz yerine "kentsel imar rantlarını" dönüştürmenin bir aracı olmanın ötesine geçememiştir. Bu yasayla, Afetlere karşı sağlıklı ve güvenli yapı oluşturma, deprem istismarına kurban edilmiştir. 
6306    Sayılı yasanın çıktığı günden 2014 Temmuz ayına kadar toplam 148 alan detaylı araştırma ve inceleme yapılmadan Bakanlar Kurulu Kararı ile riskli alan ilan edilmiştir. Riskli Alan İlan edilen iller arasında 27 alan ile İstanbul başı çekmekte olup, İstanbul`u sırasıyla Ankara, İzmir Gaziantep ve Adana illeri izlemektedir. 
İlan edilen riskli alanların %47`sinin İstanbul, Ankara, İzmir, Gaziantep ve Adana gibi 5 büyük ilimizde yoğunlaşması, deprem riskinden ziyade "imar ve konut rantıyla" alakalı olduğunu açıkça göstermektedir. Hakkari, Adıyaman, Aksaray, Bartın, Bilecik, Bingöl, Bitlis, Bolu, Çanakkale, Düzce, Iğdır, Isparta, Karabük, Uşak, Tunceli, Şırnak, Tekirdağ, Muğla, Manisa, Kayseri gibi Türkiye deprem bölgeleri haritasına göre 1. ve 2. Deprem bölgelerinde yer alan illerimizde bir tane dahi bile kentsel dönüşüm projesinin uygulanmaması, 2011 yılı Ekim ayında Van`da yaşanan depremden sonra kentlerimizi deprem tehlikesinden kurtaracağı yaygarası ile 2012 yılında çıkarılan bu düzenlemenin bu sorunu çözmekten uzak olduğunu, niyetin asıl olarak rantsal dönüşüm olduğunu açıkça göstermektedir.
Değerli basınımız,
17 Ağustos`un üzerinden 15 yıl geçmiş olmasına rağmen;

 

  • Sakarya`da yıkılması gereken ağır hasarlı 6 bina hala yıkılmamış, 750 orta hasarlı konutun onarımı gerçekleştirilmemiştir.
  • Kocaeli`nde 06.05.2013 tarihi itibariyle orta hasarlı olan ve son kez tahkikatlarının yapılması veya yıkılması için tebligat gönderilen toplam 6723 adet bina bulunmaktadır. Bu binalarda kiracı olarak hala ikamet edilmektedir. Yakın civarda bile yaşanacak depremlerde ayakta kalması imkansız olan bu "hasarlı binalar, şimdi birer beton tabutluk" durumundadır.
  • Düzce ilimizde de durum pek farklı değildir. Değiştirilmesi düşünülen kent yerleşim alanı daha yoğun bir şekilde yapılaşmaya açılmıştır.
  • Bolu`da kent içi yoğunluğunun düşürülmesi amacıyla getirilen yapı yüksekliği sınırlaması, 2009 yılında yapılan yerel seçimlerin siyasi istismar alanı haline getirilmiş, akabinde kat yükseklikleri artırılmıştır.Benzer durum, sakarya‘da 2014 yerel seçimlerin temel gündem maddesi ve siyasi istismar alanını oluşturmuştur.
  • Okul, hastane, yurt vb gibi ülke genelinde değişik amaçlarla hizmet veren kamu binalarının deprem güvenliğinin arttırılması konusu ilgili Bakanlıkların gündeminden düşmüştür. Mülga Bayındırlık ve İskan Bakanlığının 2009 yılında yaptığı envanter çalışmasına göre, 77522 adet kamu binasının 54140`ı, 1. ve 2. Derece Deprem Bölgesinde yer almaktadır. Bu binaların %18`inin güvenlik değerlendirmesi yapılabilmiş, %2`sinin güçlendirme projesi hazırlanmış ve sadece %1,4`ünün  güçlendirmesi tamamlanabilmiştir. Günümüzde de bunun fazlaca da değiştiğini iddia edebilmemiz mümkün değildir.
  • Basına da yansıyan bir DPT Raporuna göre 4481 sayılı "Deprem Vergisi Kanunu" ile bedelli askerlik uygulamaları sonucunda 1999-2006 yılları arasında toplanan ek kaynak 20 Milyar TL`ye (2008 fiyatlarıyla) ulaşmış ancak bu kaynağın "deprem hasarlarının telafisi için kullanılıp kullanılmadığına dair net bir bilgiye ulaşılamamıştır". Üstüne üstlük "özel iletişim vergisi" kalıcı hale getirilerek bugüne kadar devam ettirilmiştir. Kalıcı hale getirilen deprem vergilerinden, bu güne kadar ne kadar kaynak yaratıldığı ve bu kaynağın afet zararlarını azaltma ve deprem hasarları için kullanılıp kullanılmadığı da bilinmemektedir.
  • Bütçe rakamları Ülkemizde hala "yara sarma" odaklı afet yönetim sisteminin işletildiğini ve bu durumun katlanarak genişlediğini açıkça göstermektedir. Örneğin DPT kaynaklı bir raporda "Marmara depremlerinden en fazla hasar gören Kocaeli, Yalova, Bolu, Düzce, İstanbul ve diğer illerde 2008 yılı sonuna kadar afet yönetiminin bütün aşamalarını kapsayan kamu, özel sektör dahil yatırımların toplam 9,2 Milyar TL`ye ulaşacağı tahmin edilmiş" olup bu harcamaların afet yönetim bileşenlerine göre dağılım analiz sonuçlarına göre ancak % 22`sinin risk azaltmaya harcandığı belirlenmiştir.
  • 2014 yılında durum hiç değişmemiştir. AFAD 2014 Yılı Kurumsal Mali Durum ve Beklentiler Raporu incelendiğinde,  Başkanlığa tahsis edilen 2013 yılı bütçe ödeneklerinin % 70`den fazlasının afet ve acil durum hallerinde acil yardım gönderilmesinde ve değişik yardımlarda kullanıldığı görülmektedir. Aynı dönemde, zarar azaltma kapsamındaki giderleri ise en iyi niyetli yaklaşımlarla en fazla % 10 civarındadır. Bu konudaki bir diğer örnek ise Van Depremidir. Depremin ardından Van‘a yapılan "yara sarma" harcamalarının, 11 bakanlığın 2013 bütçesinden daha fazla, yaklaşık 4 Milyar TL`ye ulaştığı açıklanmıştır. Deprem sonrasını içeren yara sarma harcamalarının çok yüksek değerlere mal olmasına rağmen, Zarar azaltmaya yapılacak 1 birim harcamanın, afet zararında en az 5 birim azalma anlamına geldiği gerçekliği ısrarla göz ardı edilmektedir. 
  • Diğer taraftan, yüksek bedeller ödenerek inşa edilen tünel, baraj, hızlı tren ve otoyollar gibi önemli mühendislik yapılarının deprem/afet güvenliği ilgili kurumlarca yeterince irdelenmemekte, jeolojik-jeoteknik araştırmaların yaptırılmaması veya istenilen yeterlilikte olmaması, başta jeoloji mühendisleri olmak üzere ilgili meslek disiplinlerince değerlendirilmemesi ve denetlenmemesi sonucu karşılaşılan olumsuzluklar yatırım maliyetlerinde önemli artışlara neden olmaya devam etmektedir. Bu konudaki en tipik örnek Hızlı Tren Güzergahında yaşanılan "jeolojik sorunlar" olmuş, sözleşme bedelinin %40`ı kadar iş artışına izin" veren Bakanlar Kurulu kararı Resmi Gazete`de yayımlanmıştır. KAF gibi en aktif fay bölgesinde yer alan bu yatırım için yeterli Jeolojik-jeoteknik araştırma yapılmamış olması veya siyasi rant beklentileri ile bir an önce hizmete açma hevesleri, ciddi bir ek maliyet oluşturmuş, önemli bir oranda kamu zararının oluşmasına neden olmuştur.

 

NE YAPMALI?
Meslektaşlarımız tarafından hazırlanmış olan "YENİLENMİŞ TÜRKİYE DİRİ FAY HARİTALARI" ülkemizin deprem tehlikesi ve riskinin yüksekliğinin en önemli göstergesidir. Son yıllarda yaşanan depremleri, gereken önlemlerin alınması için "bizlere doğanın bir uyarısı" olarak görmek, "geçen her saniyenin çok önemli olduğunun farkında olarak" ivedilikle eksikliklerimizi tamamlamak ve başta deprem olmak üzere ülke jeolojik koşullarının ürünü olan risklere ve teknolojik risklere karşı "etkin ve verimli bir afet yönetim sistemini oluşturmak" bu gün daha bir zorunluluk arzetmektedir.
Bu bağlamda;

  • Sık sık afetlerle karşılaşan ülkemizde afet/deprem terminolojisinde "Doğal Afet" gibi yanlış kavramların kullanılıyor olması toplumsal afet algısındaki "takdir-i İlahi", "bu işin fıtratı böyle"  gibi yanlışlıkları da beslemektedir. Afetin doğalı olamaz.  Bilinmelidir ki,  depremler jeolojik nedenlerle meydana gelen doğa olaylarıdır. Doğal olan depremdir, doğal olmayan ise afettir. Bu doğa olayı, bilimden, akıl ve teknikten uzak uygulanan politikaların sonucunda birer afete dönüşmektedir
  • Sadece veya ağırlıklı olarak afetin yaratılmasından sonra "yara sarma" uygulamalarına odaklanmış mevcut afet yönetim sistemi terk edilerek "tüm bileşenlerin birbiriyle bütünleştirildiği zarar azaltma odaklı bir afet yönetim sistemi" oluşturulmalıdır. Afetler nedeniyle her yıl ortalama GSMH`nın %1 ile %3`ü arasında ekonomik kayıp/afet zararıyla karşılaşan ülkemizde "Afetlerle Mücadele Fonu" oluşturularak zarar azaltıcı projelerde kullanılmalıdır. 6306 sayılı Kanunun 7inci maddesi ile oluşturulan "dönüşüm projeleri özel hesabı" bu Fona devredilmelidir. Depremler önlenemez ancak, Zararlarının azaltılması ve afete dönüşmesini engellemek mümkündür. Biliyoruz ki, zarar azaltmaya yapılacak 1 birim harcama, afet zararında en az 5 birim azalma anlamına gelmektedir.
  • Afet Mevzuatı, 7269 SAYILI UMUMİ HAYATA MÜESSİR AFETLER DOLAYISİYLE ALINACAK TEDBİRLERLE YAPILACAK YARDIMLARA DAİR KANUN`un bütünleşik afet yönetiminin ana hatlarını içerecek şekilde yeniden düzenlenmeli; bu çatı yasanın altında "Fay Yasası", "Heyelan Yasası" ve "Su Baskını Yasası" yer almalıdır. Öte yandan, "Fay Yasasına" dayalı olarak  "Diri Fay Haritası Kullanım Yönetmeliği", "Yüzey Faylanması Tehlike Zonu Belirleme (Tampon Bölge) Yönetmeliği" ve "Sismotektonik Harita Hazırlama ve Kullanımı Yönetmeliği" gibi ikincil mevzuat meslek örgütlerimizin görüşleri dikkate alınarak hazırlanmalıdır.
  • Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bünyesinde başlatılacak çalışmalar ile Ulusal İmar Mevzuatı, "Yapı Kanunu" ve " Şehircilik ve Planlama" olarak iki çatı yasa ekseninde yeniden yapılandırılmalı; ikincil mevzuatı yeniden oluşturulmalı ve afet mevzuatı ile bütünselliği sağlanmalıdır.
  • YENİLENMİŞ TÜRKİYE DİRİ FAY HARİTASI"  sadece Ülkemiz karasal ve Marmara denizini kapsayacak şekilde hazırlanmıştır. Bütün bilim insanlarının da vurguladığı gibi kara alanlarımız kadar denizlerimizin( Akdeniz, Karadeniz, Ege) de depremselliğini açığa çıkartacak araştırmalara ihtiyaç bulunmaktadır. Bu araştırmalarında hızla tamamlanarak hem "Diri Fay Haritası" hem de "Türkiye Deprem Tehlike Haritası" güncellenmelidir.
  • Dünyada zarar azaltma süreçlerinin ilk adımı olarak görülen ve afete duyarlı planlamayı sağlamada önemli bir araç olan Afet Tehlike Haritalarının  hazırlanmasına yönelik çalışmalar kamu kurumları ve üniversite işbirliğinde ivedi olarak başlatılmalı; Deprem Tehlike Haritalarının yanı sıra, Heyelan Duyarlılık ve Risk Haritaları, Çığ Düşmesi Risk Haritaları, Su Baskını Haritaları üretilmeli ve bu haritalar planlama süreçlerinde girdi olarak kullanılmalıdır.
  • 4708 sayılı Yapı Denetim Yasası yenilenerek; yapı denetim sürecinin yapının üzerine inşa edileceği parselin zemine aplikasyonundan başlayıp yapılacak yapı türü, niteliği, büyüklüğü, temel derinliği v.b. unsurlar dikkate alınarak parsel üzerinde gerçekleştirilecek zemin ve temel etüdü ile yapının tamamlanmasından sonra yapının izleme ve bakım süreçlerini de dikkate alarak yeniden tarif edilmeli ve yapı ruhsatı vermeye yetkili kuruluşlar ile yapı denetim kuruluşlarının bu denetim içindeki fonksiyonları yeniden tanımlanmalıdır. Ülkemizin jeolojik yapısı nedeniyle afet tehlikeleri açısından oldukça riskli olması nedeniyle "zemin ve temel etütlerinin yapım, üretim ve raporlama süreçleri yapı denetim kuruluşlarının bünyesinde yer alacak jeoloji mühendisleri tarafından yerinde denetlenmelidir.
  • "Kent yönetimini; ‘kentsel rantın yeniden dağıtımı, büyüme ve istihtamın temel argümanı olarak algılayan" merkezi ve yerel yönetimler afeti de aynı anlayışla yönetmeye çalışmakta", 6306 sayılı Yasa da olduğu gibi "afet gibi toplumsal bir olguyu kendi rantsal hedeflerine ulaşmanın basit bir aracı haline getirmektedirler. 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun yerine, insan merkezli toplumsal politikaların hayata geçirilmesini esas alan, bilim çevreleri, ilgili meslek odaları, yerel yönetimler ve halkın katılımı ile; rant odaklı olmayan, sağlıklı ve güvenli bir çevrede yaşam hakkını sağlayan yeni yasal düzenleme yapılmalıdır.
  • Ülkemizde sayıları hızla artan yüksek yapıların tasarımı ve deprem güvenliği açısından usul ve esasları düzenleyecek bir mevzuat için ivedilikle çalışma başlatılmalıdır.
  • Köprüler, barajlar, kıyı ve liman yapıları, kara ve deniz tünelleri, boru hatları, enerji nakil hatları, enerji santralleri, doğal gaz depolama tesisleri, hızlı tren ve otoyol gibi  mühendislik yapılarının gerek yer ve güzergah seçimi gerekse projelendirme aşamalarında deprem/afet güvenliğine önem verilmeli, yeterli jeolojik-jeoteknik inceleme ve modelleme yapılmadan karar süreçleri işletilmemelidir.
  • Sınırları mülki idare sınırı olan ve ülke nüfusunun yaklaşık %75`ini oluşturan 30 Büyükşehir Belediyesinin kentsel/kırsal alt ve üst yapı hizmetleri (yol, su, kanalizasyon, köprü, baraj vb)  ile binaların projelendirilmesi süreçlerinin doğru olarak yürütülmesinde gerekli olan jeolojik-jeoteknik etütlerin yapılması, kontrol edilmesi ve denetiminin sağlanması, kentsel su temini, yeraltısuyu kaynak ve rezervlerinin araştırılarak ortaya konulması, yeraltısuyu havzalarının korunması, jeotermal kaynak ve doğal mineralli sulardan arzu edilen yararın sağlanması süreçlerinin doğru yürütülmesi ve geliştirilmesi için Büyükşehir Belediyeleri idari yapılanması içerisinde "Jeoloji- Jeoteknik Etütler ve Yeratısuları  Daire Başkanlığı" kurulmalıdır. Bu illerimizin sınırlarının değişmiş olması göz önüne alınarak, son çıkarılan yönetmeliklere uygun imar planlarına esas jeolojik jeoteknik etüt raporlarının tamamı ivedi şekilde tekrar revize edilmelidir.
  • Kentsel planlama, yapı üretim ve denetim süreçlerini yönlendirmek ve denetlemek için başta belediyeler olmak üzere bütün yerel yönetimlerde jeolojik-jeoteknik etüt birimleri kurulmalıdır.
  • Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD)`ın` kurulduğu günden itibaren geçen zaman dilimi içinde; zarar azaltma, ilk yardım, müdahale, sevk, idare ve koordinasyon, hasar tespitinde gösterdiği zafiyet dikkate alınarak yeniden yapılandırılmalı, kurumlar arası eşgüdüm ve koordinasyon kapasitesi arttırılmalıdır.
  • Yaşamın ve yaşamsal faaliyetlerimizin jeolojik çevremizde sürdürüldüğü dikkate alınarak, jeolojik çevremize farkındalık yaratılarak doğa olaylarının doğru algılanması için jeoloji dersi ilköğretimden başlayarak eğitim programları kapsamına alınmalı, örgün ve yaygın eğitim sisteminin her aşamasına afet olgusu doğru bir şekilde entegre edilmelidir.
  • Çıkarılan Torba yasa maddesi ile, afetlere karşı güvenli yerleşim alanlarının belirlenmesine, nitelikli ve güvenli yapılaşmayı sağlamaya yönelik olarak Odalarımızın yaptığı ve ortadan kaldırılan kamusal mesleki denetim yeni mevzuat düzenlemesi ile yeniden tesis edilmeli, sahte mühendis ve mimarların iş yapması, standartlara uygun olmayan niteliksiz mühendislik hizmetleri verilmesi önlenmelidir.
  • Bu güne kadar binlerce can kaybına, ağır maddi kayıplara yol açan yıkıcı depreme kaynaklık etmiş olan Doğu Anadolu Fay Zonu (DAFZ),  sessizliğini korumakta ve enerji biriktirmektedir. Üzerinde çok sayıda sismik boşluk bulunan DAFZ‘nun değişik kollarının yakın bir gelecekte yıkıcı depremlere kaynaklık etmesi kaçınılmazdır. Tüm ülkemizi maddi ve manevi olarak yıkan 1999 Marmara ve Düzce depremleri sonrası tüm dikkatler olası İstanbul depremine çevrilmiş, yoğun olarak desteklenen bilimsel çalışmalar da Marmara civarına yoğunlaştırılmıştır. Ancak yukarda belirtilen nedenlerle DAFZ ve yakın civarındaki aktif zonların ihmal edilmemesi gerçeği önemle dikkate alınmalıdır.

Değerli Basınımız
TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası olarak aradan geçen 15 yılın sonunda soruyoruz

  • 1999 öncesine göre  kentlerimizin depremlere karşı daha güvenli olduğu söyleyenebilir mi?.
  •  Afet risklerini azaltmaya yönelik ulusal afet politikaları oluşturuldu mu?
  • Ülkemiz afet tehlike haritaları neden hala hazırlanmadı ?
  • Afetlerle doğrudan ilintili yasalarda  neden tek bir değişiklik  dahi yapılmadı?
  • Afet risklerini azaltmaya yönelik bütçe kalemleri, fonlar neden oluşturulmadı?
  • Halkın afet bilinci ve afetlerle mücadele kültürünün geliştirimesi için neden gerekli çaba gösterilmedi ?
  • Yapı denetim ve kentsel dönüşüm politika ve uygulamaları mevcut hali ile yaşam alanlarımızı afetlere karşı  güvenli hale getirmişmidir?
  • Afet yönetimi, risk, kentsel dönüşüm, yapı denetim ve imar gibi temel mühendislik-mimarık-şehir plancılığı hizmet alanlarında TMMOB neden devre dışı bırakılmaktadır? 

Değerli basınımız,
1999 depremlerinden sonra afetlere karşı mücadele adına hiçbir şey yapılmadığı söylenemez. Ancak, aradan geçen 15 yıldan sonra bugün dahi hasarlı konutlarda ikamet ediliyor olması bile, yapılanların  "durumun idare edilmesinden" öte bir anlamı olmadığını açıkça göstermektedir. Geriye dönüp baktığımızda bu gün sadece bir arpa boyu yol aldığımızı görüyoruz.
Unutmamak gerekir ki afet yönetimi idare-i maslahatçılığı kabul etmez. Bu zafiyetin bedelini başta yoksullar olmak üzere hep birlikte çok ağır bir şekilde ödemek durumunda kalabiliriz.
Depremler bu coğrafyanın jeolojik yapısının kaçınılmaz sonucudur.
Ancak, afetler bu ülke insanının kaderi değildir, olmamalıdır. 

17 AĞUSTOS 2014

 

 

 

 

KMO: DEPREM DEĞİL DENETİMSİZLİK ÖLDÜRÜR

1999 yılında 17 Ağustos ve 12 Kasım tarihlerinde ülkemizde son yıllardaki en büyük iki deprem arka arkaya yaşanmıştır. Bu depremlerin Türkiye`nin ekonomik olarak en gelişmiş bölgesinde meydana gelmesi, insan kaybının yüksek olması, depremin sanayi tesislerini vurması ve meydana gelme olasılığı çok yüksek olan yeni bir depremin yine Marmara bölgesinde beklenmesi gibi nedenler 17 Ağustos ve 12 Kasım depremlerini geçen bu zamana kadar unutturmamış aksine  gizlenmeye çalışılan bu gerçeği her yıldönümünde tekrar  tartışmaya açmıştır.

Türkiye Deprem Bölgesi haritasına baktığımızda dünyada depremden etkilenen ve etkilenecek ülkeler sıralamasında ön sıralarda olduğumuzu görebiliriz. Ülkemiz topraklarının % 92` si deprem bölgeleri içerisindedir. Nüfusumuzun % 95` i bu bölgelerde yaşamakta,  büyük sanayi merkezlerimizin % 98` i bu bölgelerde olup barajlarımızın % 92` si de deprem bölgelerinde bulunmaktadır. Dikkatle değerlendirilmesi gereken bir olgu da ülkemiz topraklarının neredeyse dörtte üçünün birinci ve ikinci derece deprem kuşağı içerisinde olduğu gerçeğidir.

Son yıllarda meydana gelen depremler maddi ve manevi olarak ülkemize büyük bir yük getirmiştir. Bu durum sonuçta ülkeyi yöneten, denetleyen, inşa eden;  idari, teknik ve siyasi kimlik taşıyan her bireye ve kuruma önemli sorumluluklar yüklemektedir. 99 depremlerinde resmi rakamlara göre yaklaşık 20 bin kişi ölmüş ve 16 milyar dolayında da maddi kayıp meydana gelmiştir. Olayın sosyolojik ve psikolojik sonuçlarının ise değerlendirilemeyecek büyüklükte olduğu düşünülecek olursa işin ciddiyeti biraz da olsa anlaşılabilir.

1999 depremleri sonuçlarıyla değerlendirildiğinde yüzde 92`si deprem kuşağı içerisinde yer alan ülkemizin depreme karşı hazırlıklı olmadığı anlaşılır. 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi sonrasında  "yapı denetimi" düzenlemeleri adı altında bazı girişimler yapılmışsa da söz konusu yasa ülke gerçeklerinden ve uygulamalarından uzak olduğu için; çarpık, uygulanması zor ve kamusal denetim alanı ticarileşmiş bir durum ortaya çıkmıştır. Pratikte, yasa kapsamında mesleki denetim ve belgelendirme görevleri olan TMMOB bağlı odaları dışlayan ve meslek odalarının önerilerine kapılarını kapatan bir yaklaşım egemen olmuştur. Bu nedenle yasa daha sonra bir çok kez değiştirilmişse de son yaşanan Van depremi acı gerçeği tüm çıplaklığı ile bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Gelinen bu aşamada "Deprem Şurası", "Ulusal Deprem Konseyi" gibi oluşumlar da lağvedilerek ortadan kaldırılmıştır. Ülkemizde 18 milyonu aşan yapı stokunun yüzde 70`i ruhsatsız, kaçak ve yüzde 40`ı oturulamaz ve depreme karşı mutlaka güçlendirilmesi gereken bir durumdadır. Birçok kez değiştirilen İmar Yasası ve her tadil edilişinde biraz daha dejenere olan Yapı Denetimi Yasası  ile bu ülkenin depreme karşı güçlü yapılar üretemeyeceği ortadadır. Bu sistem içerisinde yer alan ve hiçbir şekilde denetlemediği, hatta görmediği yapı ve ona ait beton gibi kritik yapı malzemelerini kontrol etme işinin gerçekte çok düşük ücretler karşılığında  sadece evraklara imza atma düzeyine indirgendiği bu sözde denetim çok acı bir gerçektir.  Keza 4628 sayılı yasa kapsamında inşa edilen bir çoğu depolamalı olan HES`lerin de uzunca bir süre denetim hizmetleri dışında herhangi bir kontrole dahil olmadan inşa edildiği unutulmalıdır. 

Keza aynı şekilde büyük ölçüde meslek alanımızı ilgilendiren "Deprem öncesinde ve depremler sonrasında kimyasallardan kaynaklanacak tehlikelere karşı stratejik bir plan"`ın olmayışı ve bu zamana kadar hazırlanmamış olma gerçeği de oldukça düşündürücüdür. 1999 depremleri sırasında ve hemen akabinde Kocaeli bölgesinde kimyasalların açığa çıkmasından kaynaklı çok önemli kazalar meydana gelmiştir. Büyük bir sanayi tesisinde tankın aşırı basınca ulaşmasını engellemek için 200 ton susuz amonyak havaya salınmıştır, başka bir tesiste  500 ton akrilonitril  meydana gelen çatlak sebebiyle tanklardan havaya, suya, toprağa karışmıştır. Keza deprem sırasında bozulan bir yakıt yükleme kolu nedeniyle İzmit Körfezi`ne 50 ton dizel yakıt dökülmüştür. Bir başka fabrikada iki oksijen depolama tankındaki beton destek kolonlarının yapısal olarak hasar görmesi nedeniyle 1200 ton kriyojenik sıvı oksijen serbest kalmıştır.  Yine, Tüpraş Petrol Rafinerisinde dört gün boyunca devam eden büyük yangınlar çıkmış, sıvı petrol gazı sızıntısı ve petrol dökülmesi yaşanmıştır. (Bkz:  KMO, DEPREM SONRASI KİMYASALLARDAN KAYNAKLANACAK TEHLİKELER RAPORU]. İzmit Körfezi`nde 350`nin üzerinde büyük ve orta ölçekli işletmede kimyasal hasar tespiti yapılmış ve bu işyerlerinde ağır hasar olduğu ve çoğunda da kimyasal sızıntı olduğu tespit edilmiştir. Kayıtlara geçmeyen ama sonuçları ile vahim olaylara neden olan daha onlarca kimyasal kaynaklı olay tarafımızdan bilinmektedir. 

Bu nedenle özellikle uzmanlarca yakın bir gelecekte olması beklenilen İstanbul depreminde gerek yapı sistemlerinde ve gerekse de kimyasallardan kaynaklanabilecek olumsuz durumları en aza indirgeyecek önlemler alınmalıdır. Bu anlamda;

-           Adına yapı denetim sistemi denilen; gerçekte diplomaların ve belgelerin kiralanması üzerinden yürüyen, gerçekte mühendislik ve denetim hizmetlerinin düşük ücretler karşılığında sorumluluk altındaki işe müdahil olunmadan olunmuş gibi imzaların atıldığı, kağıt üzerinde işleyen bir sistemin acilen gözden geçirilmesi ve değiştirilmesi gereklidir.

-           Her sektörle ilgili olarak, mülki ve yerel idare ile ilgili diğer kurum ve meslek odası temsilcilerinden oluşan kentsel risk yönetimi kurulları teşkil edilmelidir.

-           Her kent ya da bölge için risk yönetimi planları hazırlanmalıdır.

-           İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatlarına İlişkin Yönetmelikte tanımlanan İlgili Meslek Odalarının Temsilcisi` sorumluluğu gereğince yerel yönetimlerce kurulan ruhsatlandırma komisyonlarına her sektör için ilgili mühendis odası ve temsilcileri dahil edilmelidir.

-           Çeşitli yönetmeliklerle belirlenen kimyasal ve büyük endüstriyel kazaların önlenmesi, yönetilmesi, denetlenmesi gibi konularda sorumluluk sadece ilgili mühendislik disiplinlerine verilmelidir. Bir haftayı aşmayan kurslarla, uzmanlık gerektiren meslek alanlarının herkese açılmasından vazgeçilmelidir.

-           Olası depremlerde meydana gelebilecek kaza senaryoları modellemesi yapılarak önceden sorumlular ve sorumluluklar konusunda görev dağılımı yapılmalı ve önlemler alınmalıdır

-           Depremin beklendiği bölgelerde kimyasal maddelerin envanteri çıkarılarak olası bir depremde bu kimyasalların ve bunlardan kaynaklanabilecek sorunların nasıl bertaraf edileceği belirlenmelidir.

-           6269 sayılı "Kimyagerlik ve Kimya Mühendisliği Hakkında Kanun"da belirtildiği üzere kimya hizmetleri ile kimya teknolojisi ve uygulanmasına ilişkin işleri bulunan işyerleri, bu işlerle ilgili olarak bir "Sorumlu Müdür" bulundurmak zorundadır. Belediye ve Çalışma Sosyal Güvenlik Bakanlığı yetkilileri gerek ruhsat, gerek denetim aşamalarında bu zorunluluğu uygulamalı ve Kimya Mühendisi Sorumlu Müdür bulundurmayan işyerlerine yaptırım uygulamalıdır.

Saygılarımızla kamuoyuna duyrulur….

                                                                                                            

TMMOB
Kimya Mühendisleri Odası
44. Dönem Yönetim Kurulu

 

 

 

MMO: 17 AĞUSTOS 1999 MARMARA DEPREMİNİN 15. YILINDA DİKKATLER, İKTİDARIN RANT ABLUKASI SONUCU OLUŞACAK SOSYAL AFET VE YIKIMLARA ÇEVRİLMELİDİR

 

7 Ağustos 1999 Marmara Depreminin 15. Yılında Dikkatler, İktidarın Rant Ablukası Sonucu Oluşacak Sosyal Afet ve Yıkımlara Çevrilmelidir

TMMOB‘ye Bağlı Odaların Görev ve Yetki Alanına Giren Kamusal Nitelikli Mesleki Denetim, Yeterlilik, Eğitim ve Belgelendirmeye Dayalı Yeni Bir Yapı Denetimi Modeli Benimsenmelidir

Ülkemiz topraklarının, sanayinin ve barajların büyük kısmı aktif deprem kuşağı üstünde yer almaktadır. Ancak depremçok bilimli bir mühendislik, mimarlık, şehir plancılığı alanı olmasına karşın bu disiplinlerin katkısı dışlanmaktadır. 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi sonrasındaki "yapı denetimi" düzenlemelerinde kamusal denetim alanı ticarileştirilmiş, katılımcılığı ve meslek odalarının önerilerini dışlayan bir yaklaşım egemen olmuştur. Yapı Denetim Yasası‘nda kamu yapıları denetim dışı tutulmuş ve TMMOB‘ye bağlı ilgili Odaların yasa ve yönetmeliklerce tanınmış görevleri içinde bulunan mühendislik, mimarlık hizmetlerinin mesleki yeterlilik, eğitim, belgelendirme, denetleme gereklilikleri dışlanmıştır. Bu arada bu dışlama çabası ile Taksim Gezi Parkı Direnişinin ardından TMMOB‘ye bağlı Odaların mesleki denetim yetkilerinin kısıtlanmaya çalışılmasının birbiriyle ilişkili neoliberal bir politika hedefi olduğunu belirtmek isteriz.

Planlama, mühendislik, mimarlık, yapılaşma ve denetime ilişkin ülkemizdeki sistemik sorunları yansıtan ve yüzyılın afeti olarak da anılan 1999 Marmara Depreminden hiçbir ders alınmadığı, Deprem Şurası, Ulusal Deprem Konseyi gibi oluşumların devre dışı bırakılması ile, 2011 yılı sonundaki Van depremi sonucu oluşan sosyal yıkım tablosu ile, yeni mevzuat düzenlemeleri ve rant eksenli kentsel dönüşüm programları ile tekrar tekrar ortaya çıkmıştır.

2011 yılındaki Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yerel yönetimlerin yapı, ruhsat vb. yetkilerini de üstlenmiş, TOKİ‘ye çok özel yetkiler verilmiş, "kentsel dönüşüm" iktidar aracılığıyla merkezileştirilmiş, TMMOB‘nin merkezi vesayete tabi kılınması istenmiştir. Aynı KHK‘ler ile bütün ülke imara açılmış, Yapı Denetimi Yasası‘nda denetim dışı yapıların sayı tür ve dağılımında önemli değişiklikler yapılmış, yasanın denetim kapsamı daraltılmış, denetimsiz yapılaşmanın sınırları genişletilmiştir.

Ulusal Deprem Stratejisi ve Eylem Planı 2012-2023 (UDSEP) da aynı kapsamdaki yeni mevzuat ve uygulama sistemine dair önemli ipuçları sunmuştur. Neoliberal serbestleştirme politikalarında önemli bir yer tutan "kamu-özel sektör işbirliği"yöntemi ile deprem gibi kompleks ve tamamen kamusal düzlemde olması gereken bir alanın özel sektöre terk edilmesi doğrultusunda yeni adımlar öngörülmüş, bölgesel kalkınma ajanslarına depremle ilgili sorumluluk yüklenmiştir."Serbestleştirme, özelleştirme, sivil toplumu güçlendirme ve yerelleşme" bağlamlı, kamu kaynaklarını ve kamu erkini ayrıcalıklı biçimde kullanan, yasama-yargı denetimini dışlayan, özel sektör ve uluslararası sermaye kuruluşlarıyla iç içe olan bu ajansların, yerel kaynaklar ile kentleşme-yapılaşma alanını sermayeye sunmaya nasıl hizmet edeceği,önümüzdeki yıllarda daha net olarak görülecektir. TMMOB‘nin tüm uyarılarına karşın mühendislik, mimarlık uygulama, hizmet ve örgütleri bu "strateji" belgesinde de dışlanmıştır.

2013 yılında benimsenen Onuncu Kalkınma Planı‘nda da sermaye lehine bir yaklaşımla "işgücü ve üretim maliyetleri artışı"nın önüne geçilmesi yanı sıra "Kentsel dönüşümün doğurduğu değer artışlarından kamuya kaynak sağlanması" ve "Özel sektör tarafından geliştirilen kentsel dönüşüm proje sayısının artırılması" amaçlanmıştır. Planda ayrıca "teknik müşavirlik firmalarının inşaat sektörünün tüm üretim süreçlerinde ve kamu-özel işbirliği projeleri ile kentsel dönüşüm gibi alanlarda daha etkin faaliyet göstermeleri temin edilecektir" denilerek mühendislik, mimarlık hizmetlerinin kamusal niteliğinin özel sektör lehine tasfiyesi de açık bir şekilde yer almıştır.

Onuncu Plan, "yaşam mekânlarının ekonomik gelişme ve rekabetçiliği destekleme"ye tabiyetini hedeflemiştir. "Batıdan doğuya ve gelişmekte olan ülkelere kayan üretim yoğunluğu ile uluslar üstü boyut kazanan yer seçimleri ve şehirlerin rekabetçiliğini öne çıkaran yeni bir bölgesel gelişme ve şehirleşme" yaklaşımı "kentsel imaj yönetimi ve markalaşma" ile cilalanmıştır. Planın mantığı "kentsel dönüşüm ihtiyacının büyüklüğüyle ortaya çıkardığı iş hacmi" yaklaşımıyla belirlenmiştir. Plan, "meslek örgütleri, odalar, STK‘lar ve özel sektör örgütlerinin hizmet kapasitelerinin geliştirilmesi ve kendi aralarındaki ağ yapılarının güçlendirilmesi" belirlemesiyle bu kuruluşların yeni sermaye birikimi-rant politikalarına tabiyetini de hedef olarak öne koymuştur. Plan, doğal afetler konusunu iktidar ve sermaye çevrelerinin dizginsiz kâr ve rant amacına tabi kılmıştır.

İktidar, birçok kez değiştirdiği İmar Yasası ve Yapı Denetimi Yasası‘nda yaptığı değişikliklerle, Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Yasa‘nın devamı niteliğindeki düzenlemelerle, Yapı Denetimi Uygulama Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik ve Planlı Alanlar Tip İmar Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik ile yapı üretim ve denetim sürecindeki mühendislik-mimarlık projeleri arasındaki bağları bilimsel-teknik gerekliliklerden koparmakta, bu hizmetlerin kamusal niteliğini teknik müşavirlik kuruluşları aracılığıyla büyük ve büyümesi istenen sermaye güçleri lehine tasfiyede yeni adımlar atmaktadır.

Türkiye‘de 20 milyon civarında olan yapı stokunun yüzde 67‘si ruhsatsız ve kaçak, yüzde 60‘ı 20 yaş üzeri konutlardan oluşmakta, yüzde 40‘ı oturulamaz ve depreme karşı güçlendirilmesi gerekir durumdadır. Bu noktada yapı denetimikonusu birinci derecede önem taşımaktadır. Ancak bu konu afet, risk, kentsel dönüşüm, imar kavramlarını da içeren mevzuat değişiklikleri ile kentlerden başlayarak tüm ülke topraklarını yeni sermaye birikimi politikaları kapsamında kâr-rant unsuru haline getirilerek istismar edilmektedir. Yargı kararlarına karşın tüm plan ve dönüşümlerle kentlerimiz, kırlarımız, kıyılarımız, ormanlarımız ve tüm doğal çevrem yoğun rant projeleri ablukası altındadır. Hemen her ölçekte ve kullanılmaya başlanan dönüşüm kavramı bugün finansal olarak "arazi geliştirme" anlamında kullanılmaya başlanmış, özellikle peyzaj alanları olan bölgelere rant amaçlı yönelim artmıştır.

Depremlere karşı bütünlüklü önlemler ve sağlıklı, insanca bir yaşam ve çevre için, mevcut Yapı Denetim Yasası‘nın öngördüğü, ticari yanı ağır basan yapı denetim şirketi modeli yerine uzmanlık ve etik niteliklere sahip yapı denetçilerinin etkinliğine dayalı, meslek odalarının sürece etkin katılımını sağlayacak yeni bir planlama, tasarım, üretim ve denetim süreci modeli benimsenmelidir. Bu noktada uyarıyoruz: Yapı denetimi uygulamasını yönlendiren kararlar ve ilgili tüm mevzuatın TMMOB ve bağlı Odalar, üniversiteler ve ilgili kesimlerin katılımıyla düzenlenmemesi durumunda ülkemizi yeni büyük sosyal afetlerin, sosyal yıkımların beklediği bilinmelidir. Depremlere karşı önlemler bütünlüğü, güvenli yapılaşma ve halkın kent ve çevre hakkı için neoliberal piyasacı yaklaşımlar reddedilmelidir.

 

TMMOB Makina Mühendisleri Odası
Yönetim Kurulu