PLANLAMANIN SONU: 9. KALKINMA PLANI TMMOB BİLDİRİSİ

02.02.2008

PLANLAMANIN SONU: 9. KALKINMA PLANI

Giriş Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı 2005 yılında sonlanırken ve 2006 ile birlikte Dokuzuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı döneminin başlaması gerekirken, 28 Nisan 2005 tarihli ve 5339 sayılı Yasayla, 2006 yılı geçiş yılı olarak kabul edilmiş, yeni plan döneminin 2007‘yle birlikte başlayacağı hükme bağlanmıştır.

5 Temmuz 2005 tarihli Başbakanlık genelgesiyle, ilk kez 7 yılı kapsayan Dokuzuncu Kalkınma Planı hazırlıkları başlamış, kamu ve özel kuruluşlara Plan hazırlıklarına başlanmasıyla ilgili direktifler verilmiş, belirlenen özel ihtisas komisyonları da kurulmuştur. Eylül 2005‘te kurularak çalışmalarına başlayan 57 adet Özel İhtisas Komisyonu (ÖİK), 2252 kişi ile Planın temelini oluşturacak çalışmaları başlatmıştır. ÖİK çalışmalarının tamamlanmasından sonra, 14 kişilik bir ekip planın içeriğini belirlemiş ve Dokuzuncu Kalkınma Planı (2007-2013), 30/10/1984 tarihli ve 3067 sayılı Kanun gereğince, Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunun 28/6/2006 tarihli 121 inci Birleşiminde onaylanmış ve 877 nolu karar olarak yayımlanmıştır.

1 Temmuz 2006 tarihli ve 26215 sayılı Mükerrer Resmi Gazete‘de yayımlanarak yürürlüğe giren Planın ilk sözleri şunlardır: "2007-2013 dönemini kapsayan Dokuzuncu Kalkınma Planı, değişimin çok boyutlu ve hızlı bir şekilde yaşandığı, rekabetin yoğunlaştığı ve belirsizliklerin arttığı bir döneme rastlamaktadır. Küreselleşmenin her alanda etkili olduğu, bireyler, kurumlar ve uluslar için fırsatların ve risklerin arttığı bu dönemde, Plan Türkiye‘nin ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda bütüncül bir yaklaşımla gerçekleştireceği dönüşümleri ortaya koyan temel politika dokümanıdır. Bu kapsamda Dokuzuncu Kalkınma Planı, "İstikrar içinde büyüyen, gelirini daha adil paylaşan, küresel ölçekte rekabet gücüne sahip, bilgi toplumuna dönüşen, AB‘ye üyelik için uyum sürecini tamamlamış bir Türkiye" vizyonu ve Uzun Vadeli Strateji (2001-2023) çerçevesinde hazırlanmıştır."

TMMOB, bu tartışmalı vizyonu, stratejiyi ve belirlenen hedefleri irdelemek üzere, 39. Dönemde "9. Kalkınma Planı Çalışma Grubu"nu kurmuştur. Çalışma Grubu, Odalarımızın katkısıyla görüşlerini oluştururken, temelde şu soruya yanıt aramıştır:"Dokuzuncu Kalkınma Planı kime ait bir plandır, kimin hazırladığı bir dokümandır, kime yarar sağlayacaktır?"

Bu bağlamda, ülke ve toplum adına söyleyecek sözü olan TMMOB, Dokuzuncu Kalkınma Planı hakkındaki görüşlerini bir raporla kamuoyuyla paylaşmayı bir zorunluluk olarak görmüştür. Ülkemizin ve toplumumuzun gelecek yedi yılını yönlendirecek plan hakkında oluşturulan görüşlerimiz, aynı zamanda ayrı bir politika seçeneği olarak da değerlendirilmelidir.

Planlı Kalkınma Dönemlerinin Değerlendirilmesi

Kalkınma planları, ülkenin ekonomik ve sosyal envanterini çıkarıp planlamak ve kaynakları etkin bir şekilde kullanmak için düzenlenen belgeler olup, her ülkede, değişik dönemlerde uygulanan bir araçtır.

Ülkemizde, Cumhuriyetimizin kuruluşuyla birlikte 1923‘te toplanan İzmir İktisat Kongresi‘nde, liberal ekonomi politikaları aracılığıyla kalkınmanın gerçekleştirilmesi yolunda görüşler ağırlık kazanmış ve ilk yıllar bu yönde bir ekonomik model uygulanmıştır.

Sonraki dönemlerde, özellikle 1929 ekonomik buhranıyla birlikte, bir taraftan dış koşullar, diğer taraftan, o günkü ülkenin iç koşulları, özel girişimin ve sermaye birikiminin yetersizliği, nitelikli iş gücü ve alt yapının yetersizliği nedenleriyle, devletin öncülüğünde bir kalkınma anlayışının hayata geçirilmesi gerekliliği ortaya çıkmıştır.

Bu süreçte Türkiye, dünyada ilk kalkınma planı hazırlayan ülkelerden biri olmuş ve 1933-1937 yılları arasında uygulanmak üzere "Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı"nı hazırlamıştır. Bu planın uygulanması sonucunda çimento, şeker, kömür, cam, seramik ve dokuma gibi bazı temel sektörlerde sanayi tesisleri kurulmuş, KİT‘ler ve plan dönemi de cumhuriyet dönemi içerisindeki en önemli büyüme oranlarının gerçekleştiği dönemlerden biri olmuştur.

1947 yılında hazırlanan "Beş Yıllık Türkiye İktisadî Kalkınma Planı" ise, uygulanamamıştır.

Türkiye‘de 1960 yılından sonra başlatılan planlı kalkınma hareketi, ekonomideki sektörlerin ayrı ayrı ele alınarak makro düzeyde analizini, düzenlenmesini, özendirilmesini ve yönlendirilmesini amaçlamıştır.

Beş Yıllık Kalkınma Planları, kamu için emredici, özel sektör için özendirici ve yol gösterici bir nitelik taşımakta, yıllık programlar ile kamu yatırımlarını belirlemektedir. Planlar, aynı zamanda bir kalkınma hareketinin itici gücü rolünü üstlenmiş ve ilk dört dönemde geniş çapta uygulanan "teşvik tedbirleri" ile yatırımlara kaynak aktarımına olanak sağlamıştır.

Planlı kalkınma döneminde, sanayinin "lokomotiv" sektör olduğu saptanmış ve ekonomik dengenin kurulması, ekonomik ve sosyal kalkınmanın birlikte gerçekleştirilmesi, hızlı bir büyüme ve sanayileşmeye öncelik verilmesi gibi uzun erimli hedefler belirlenmiştir. Bu dönemde Türkiye, sanayileşmesini oldukça kapsamlı ve karmaşık bir teşvik muafiyetler sistemiyle gerçekleştirmeyi öngörmüştür.

Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı dönemi, yeni KİT‘lerin kurulduğu bir dönem olmuş, kamu eliyle bir ithal ikameci sanayileşme stratejisi bu dönemde oluşturulmuştur. Tüketim malları, ara malları, yatırım malları sanayine kadar, kamu sektörünün doğrudan yatırım yaptığı ve bu alanlarda özel sektörün de teşvik edildiği bu dönemde, Petkim, Tüpraş, İskenderun Demir-Çelik Fabrikaları, Seydişehir Alüminyum Tesisleri, gübre, çimento ve şeker fabrikalarının kurulmaya başladığı görülmektedir.

Türkiye sanayi, ilk üç kalkınma planı ile yatırımlarının büyük kredilerle desteklendiği ve teşvik edildiği dönemleri geçirmiş ve diğer sektörlerden önemli ölçüde kaynak aktarımı yapıldığı bir süreci yaşamıştır. Plan stratejileri de iç tüketimin, iç üretimle karşılanması anlayışına dayanılarak yapılmış ve bu yolda sanayimiz teşvik edilmiştir.

Sonraki üç plan, 1973 ve 1978-79 petrol krizlerin de etkisiyle, sürekli yön değiştiren politikaların değişen hedeflerine tabi olmuş ve nihayet plan fiili olarak askıya alınmıştır.

24 Ocak Kararlarının uygulandığı 1980 yılından itibaren, Türkiye‘de ithal ikameci politikalarda önemli bir değişiklik ortaya çıkmış, yeni bir strateji oluşturulmuş ve dışa dönük ve ihracata dayalı bir büyüme stratejisi kurulmuştur. İhracata önemli ölçüde teşvik sistemi getirilmiştir; vergi iadeleri, ihracat döviz primleri, ucuz krediler, bu dönemlerde uygulanan yeni ekonomik modelin politika araçları olarak ortaya çıkmıştır ve 1980‘li yıllardan itibaren hazırlanan dört yeni kalkınma planı, ihracata yönelik veya dış pazarlara yönelik bir büyüme stratejisinin eseri olarak, ortaya çıkmıştır.

Beşinci Kalkınma Planından itibaren (1985-1989) Türkiye "pazar ekonomisi"nin egemenliğine girmiş ve planın düzenleyici ve yönlendirici yönü büyük ölçüde zedelenmiştir. Sektörel teşvikler azaltılarak genel bir özendirme ve destekleme aracı olarak devreye sokulmuştur.

Altıncı Plan, ihracata yönelik sanayi modelinin denendiği ve büyük ihracat teşviklerinin söz konusu olduğu dönemdir. Bölgesel planlama yalnızca bir söylem olarak planda bulunmakta ve kamu yatırımları giderek yoğunluğunu kaybetmektedir.

Yedinci Plan döneminde özelleştirmeler başlamış, teşvik araçları, Gümrük Birliğinin hedefleri doğrultusunda tüm sektörlerde korumacılığı asgariye indirmiştir. Artık sanayi küresel rekabete açılmış durumdadır. Sonraki kalkınma planları ise "kağıt üzerinde" kalan "tavsiye kararları" niteliğindedir.

Sekizinci Plan döneminde, özelleştirmeler hızlanmış, teşvik araçları Gümrük Birliğinin hedefleri ve IMF‘nin istekleri doğrultusunda tüm sektörlerde korumacılığı asgariye indirmiştir.

Özetle; Anayasa‘daki düzenlemelere dayalı olarak ülkede hızlı ve dengeli bir kalkınmayı gerçekleştirmek amacıyla oluşturulan Beş Yıllık Kalkınma Planları (BYKP), çeşitli sektörlere ilişkin gerekli ilke, hedef ve yöntemi göstererek olumlu bir yönlendirme yapmaya çalışmaktadır. Kalkınma planlarında sektörel değerlendirmelere yer verilmiş olmakla birlikte, plan dönemi sonunda amaçlanan hedeflere çoğunlukla varılamadığı bir gerçektir. Bu nedenle BYKP‘nın yapılma ve uygulanma koşullarının sorgulanması gerekir.

1980 öncesinde, planların kamu kesimini bağlayıcılığı sözde kalmış, plan dönemi içinde hiçbir hükümet kendi hazırlayacağı planı uygulayacak kadar iktidarda kalmamış ve her iktidar kendinden önce hazırlanan planla kendini bağlı saymamıştır ya da değişen koşullara uyum sağlamak için gereksiz görmüştür.

1980 sonrasında ise, planlama hukuksal düzlemdeki varlığına karşın fiilen devre dışı bırakılmış; planın yerini uygulamada ekonomik istikrar programları almıştır. Devletin sosyo-ekonomik işlevleri, yapısı, işleyişi ve örgütlenmesi yapısal uyum politikaları ile dönüştürülürken, plan ve programlar da bu dönüşüme altyapı hazırlayan, hukukilik ve meşruiyet kazandıran, bu dönüşümü hızlandıran ve yaygınlaştıran bir araç olarak kullanılmıştır.

1980 sonrası süreçte ulusal ekonomilerini borçla yönetmek zorunda kalan Türkiye gibi birçok ülkede kalkınmacı devletin sosyoekonomik hayata aktif müdahalesini öngören ve içe dönük sanayileşmeyi esas alan iktisat politikası anlayışı yerini, IMF-Dünya Bankası gibi uluslararası finansal kuruluşların biçimlendirdiği ve serbest piyasa ekonomisini kutsayan yapısal uyum programlarına terk etmiştir.

1980 öncesinde planlama sürecinin başlıca formel aktörleri, yasama ve yürütme organları ile DPT iken, 80 sonrasında IMF ve Dünya Bankası olmuştur. 90‘lı yıllarda ise AB‘ye uyum sürecinin yakıcı etkileri görülmeye başlanmıştır.

Böylece, uygulanan sosyo-ekonomik politikalara Türkiye‘nin toplumsal gereksinmeleri kaynaklık etmemekte ve bu politikalar ulusal sorunların çözümü yerine, politikaları üreten kaynakların gereksinmelerine yanıt vermektedir.

"Plan mı, Pilav mı" tartışmalarından, "Kalkınma Planı mı, Stratejik Plan mı" tartışmalarına evrilen süreçte, ulusal hedeflere ve öngörülere bağlı planlı kalkınmadan, plandan bağımsız projecilik anlayışına geçilmiştir. Ulusötesi şirket ve kurumların politikalarına eklemlenmeyi içeren böylesi bir yapı, şüphesiz tartışılmalıdır. Bu tartışmanın son, belki de ilk adımı, adı, süresi ve içeriği değişen 9. Kalkınma Planı olmalıdır.

9. Kalkınma Planı‘nın Hazırlanış Süreci ve İşlevi

2006‘da yürürlüğe girmesi gereken 9. Beş Yıllık Kalkınma Planı, AB Komisyonu‘nun 2007–2013 yıllarını kapsayan AB bütçe dönemine uyum sağlamak üzere Türkiye‘den yeni bir "AB Ulusal Kalkınma Planı" hazırlamasını istemesi üzerine, DPT‘nin talebiyle gerçekleşen bir yasal düzenlemeyle 2007‘e ertelenmiştir.

Siyasi iktidara göre; 2007 yılında yürürlüğe giren 9. Kalkınma Planı, birçok konuda "ilk"ler planıdır.

Şöyle ki; ilk defa 5 yıllık bir plan yerine 7 yıllık bir plan hazırlanmıştır. Bu plan, AB‘nin 2007–2013 bütçe dönemine denk getirilmiş, böylece Müzakere Süreci boyunca bütçe döneminde aday ülkelere verilmesi öngörülen fonlardan yararlanılarak planın finansmanının sağlanacağı ümidi ortaya çıkmıştır. En erken 2014‘de AB‘ye üye olunabileceği hayaliyle Türkiye‘yi tam üyeliğe taşıyacağı iddia edilen bir plandır.

Dokuzuncu Plan, 57 Özel İhtisas Komisyonu kurulması ile Devlet Planlama Teşkilatı koordinatörlüğünde hazırlanmıştır. Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası‘nın yazılı istemine karşın, önceki Planlarda oluşturulan "Harita-Tapu-Kadastro Özel İhtisas Komisyonu" gibi gerekli bazı ÖİK‘ler oluşturulmamıştır. Komisyonlara kamu kuruluşları ve meslek odaları temsilcileri ile özel sektör yetkilileri katılmıştır. Çalışmalar Ankara‘da merkezi şemsiye altında, hızlı bir biçimde yürütülmüştür. Tarafların tartışmaları ve görüşlerini belirtmeleri ile raportörlerin hazırladıkları özel ihtisas komisyonu raporuyla tamamlanmıştır. ÖİK‘lerde katılımcıların eleştirel yaklaşımlarına ve belgelerine genellikle itibar edilmemiştir. Bunlardan 36 tanesinin (%55) yani yaklaşık yarısının raporları veya taslak raporlarına DPT‘nin web sayfasından ulaşılabilirken diğer yarısının raporlarının yayınlanmamış olması düşündürücü bir noktadır. Bu durum iki şekilde yorumlanabilir. Birincisi, DPT kalkınma planı raporunu hazırlarken özel ihtisas komisyonlarının veya alt komisyonlarının düşüncelerine önem vermemektedir. İkincisi, özel ihtisas komisyonları veya alt komisyonları raporları ile kalkınma planı raporu arasında büyük çelişkiler vardır.

Dokuzuncu Plan, Avrupa Birliği uyum süreci içinde bir geçiş döneminin özellikleri esas alınarak hazırlanmıştır. Bu planda siyasi erki yönlendirici ve motive edici unsunlar bulunmamaktadır. Yalnızca hedefler saptanmış sorunlar ortaya konulmuş, strateji ve vizyona ilişkin görüşler belirtilmiş ve küresel rekabete entegrasyonun koşulları değerlendirilmiştir. Plan yıllık programlara esas olan teşvikleri de kaldırmıştır.

Plan stratejisine bakıldığında ise; 7 yıl boyunca izlenecek makroekonomik politikaların, IMF programında dayatılan politikaların yerleştirilmesinden ibaret olduğu görülmektedir. Dolayısıyla, plan dönemi içinde bir gün IMF‘yle yollar ayrılsa bile, IMF politikalarının ruhu planın makroekonomik politikalarına sindirilmiş durumdadır. Enflasyon hedeflemesi ve dalgalı kur politikasının sürdürüleceği, sıkı para ve maliye politikalarından taviz verilmeyerek, yapısal reformlara sadakat içinde devam edileceğinin altı çizilmesi, bu durumun açık göstergeleridir.

Dokuzuncu Planda talep, üretim, ihracat ve ithalat projeksiyonları yönünden gerçekçi tahminlere dayanmamaktadır. Dolayısıyla 2013‘e kadar bulunan değerler anlamlı değildir. Dokuzuncu Planın yaptırım gücü yoktur. Yönlendirici gücü de bulunmamaktadır. Makro politikaların uygulanmasını ışık tutmamaktadır. AB ile bütünleşmeye yönelik amaç, hedef, strateji ve temel politikaları saptamakta, ancak bu politikaların hangi araçlarla gerçekleşebileceğini ve ne şekilde yaşama geçeceğini belirtmemektedir. Bu bağlamda bir yol haritası da bulunmamaktadır.

9. Kalkınma Planı, daha önceki 8 planda olduğu gibi, her alanı detaylı olarak düzenlemeye dayanan bir plan anlayışının ürünü değildir. Daha önceki bazı planları incelediğimiz zaman, program ve proje anlayışı çerçevesinde, çok detay ayrıntıların, sektörel bazda, plan içerisinde yer aldığını ve ayrıntıların verilmeye çalışıldığını görebiliriz. Bu plandaysa, böylesine detay ayrıntıların bulunmadığını görmekteyiz. Onun yerine, bu plan bir "vizyon" ortaya koymuştur.

Bu tercih Plan‘da şöyle ifade edilmektedir; "Devletin ekonomideki rolünün yeniden tanımlanmasının da bir sonucu olarak, Dokuzuncu Kalkınma Planı ile her alanı detaylı düzenlemeye dayanan bir plan hazırlama anlayışından, belirlenen kalkınma vizyonu çerçevesinde makro dengeleri gözeterek, öngörülebilirliği artıran, piyasaların daha etkin işleyişine imkan verecek kurumsal ve yapısal düzenlemeleri öne çıkaran, sorunları önceliklendiren, temel amaç ve önceliklere yoğunlaşan bir stratejik yaklaşıma geçilmektedir. Bu yeni anlayış çerçevesinde, öngörülen stratejik amaç ve önceliklerin gerçekleştirilmesi sürecinde, uygulamada etkinlik ve şeffaflığın sağlanması ve hesap verebilirliğe zemin oluşturulması amacıyla, Planda etkili bir izleme ve değerlendirme mekanizmasına yer verilmiştir."

Plan‘da; istikrar içerisinde büyüyen, gelirini daha adil paylaşan, küresel rekabet gücüne sahip, bilgi toplumuna dönüşen ve Avrupa Birliğine üyelik için uyum sürecini tamamlamış bir Türkiye‘yi vizyon olarak belirlemiştir ve bu vizyona uygun olarak da, ekonomik ve sosyal gelişme eksenleri belirlemiştir.

Planın belirlemiş olduğu 5 adet ekonomik ve sosyal gelişme eksenleri şunlardır: 1) Rekabet gücünün artırılması, 2) İstihdamın artırılması, 3) Beşerî gelişme ve sosyal dayanışmanın güçlendirilmesi, 4) Bölgesel gelişmenin sağlanması, 5) Kamu hizmetlerinde kalite ve etkinliğin artırılması‘dır. Sektörel ve tematik politikalar ve öncelikler bu eksenlerin altında ele alınmış ve aynı stratejik amaca hizmet edecek şekilde ilişkilendirilmişlerdir.

Belirlenen vizyona ulaşılırken şu ilkelerin temel alınacağı belirtilmektedir; 1) Ekonomik, sosyal ve kültürel alanlara bütüncül bir yaklaşım esastır. 2) Toplumsal diyalog ve katılımcılık güçlendirilerek, toplumsal katkı ve sahiplenmenin sağlanması esastır. 3) İnsan odaklı bir gelişme ve yönetim anlayışı esastır. 4) Rekabetçi bir piyasa, etkin bir kamu yönetimi ve demokratik bir sivil toplum gelişme sürecinde birbirini tamamlayan kurumlar olarak işlev görecektir. 5) Kamusal hizmet sunumunda; şeffaflık, hesap verebilirlik, katılımcılık, verimlilik ve vatandaş memnuniyeti esastır. 6) Devletin ticari mal ve hizmet üretiminden çekilerek, politika oluşturma, düzenleme ve denetleme işlevlerinin güçlendirilmesi esas olacaktır. 7) Politikalar oluşturulurken kaynak kısıtı göz önünde bulundurularak önceliklendirme yapılacaktır. 8) Uygulamanın vatandaşa en yakın birimlerce yapılması esastır. 9) Toplumsal yapımızın ve bütünlüğümüzün ortak miras ve paylaşılan değerler çerçevesinde güçlendirilmesi esastır. 10) Doğal ve kültürel varlıklar ile çevrenin gelecek nesilleri de dikkate alan bir anlayış içinde korunması esastır.

Kimse, rekabet gücünün artırılmasına, istihdamın artırılmasına, bölgesel gelişmenin sağlanması, kamu hizmetlerinde kalite ve verimliliğin artırılması olarak ifade edilen bu eksenlere itiraz edemez.

Ama, örneğin, devletin ekonomideki rolünün yeniden tanımlandığı süreçte kamu hizmetlerinde kalite ve verimliliğin arttırılmasının ne anlam taşıyacağını, hangi kamu hizmetini devletin vermesi gerektiğini tartışabilir.

Esnek üretime vurgu ve yönlendirmenin olduğu belgede, hangi istihdamın, nasıl artırılacağını tartışabilir. Tarımsal desteklerin kısıldığı süreçte hangi rekabet gücünün artırılmasından bahsedildiği sorgulanabilir.

Temel ilkelerden son ilke de "doğal ve kültürel varlıklar ile çevrenin gelecek nesilleri de dikkate alan bir anlayış içinde korunması esastır" şeklinde oldukça kalıplaşmış bir anlayış içinde çevre konusuna değinilmeye çalışılmıştır. Ekonomik ve sosyal gelişme eksenine bakıldığında "rekabet gücünün artırılması" ekseninin içine çevrenin korunması ve kentsel altyapının geliştirilmesi" olarak 6 alt başlıkta çevre konusuna çok yüzeysel olarak değinilmiştir. Kazdağı, ormanlık alanlardaki taşocağı izinleri bu bağlamda plana zıt tercih ve uygulamalardır. Türkiye‘nin önümüzdeki 7 yıllık süreçte referans belgesi olan 9.Kalkınma Planının "peyzaj politika ve stratejileri"ni içermemiş olması, çevre olgusuna sadece altyapı mühendisliği anlayışıyla bakılmasının bir yansımasıdır.

Planın içerik olarak kent ölçeğini göz ardı etmesi ve bununla birlikte tüm mekansal stratejisini bölge ölçeğinde girişimci bir zihniyette kurması devlet kademelerinde yaşanan AB ve liberal siyasalar merkezli dönüşümü göstermektedir. Ancak bu durum iktidarın kent mekanını önemsemediği anlamına gelmemektedir. Kent mekanı özellikle iktidara gelen siyasetçiler için en büyük manevra alanlarından birini oluşturmaktadır. Dolaysıyla bu alana ilişkin bir düzenlemelerin plan notlarında yer almaması rastlantısal bir durum değildir. Tüm bu çerçevede plan kentsel sorunlar ve bu sorunlara ilişkin ürettiği politikalar noktasında çok zayıf bir metindir.

Yine, depreme hazırlığın dillerden düşmediği süreçte planda "afet yönetimi" konusunda tek satır geçmemesi ilginçtir.

Örnekler çoğaltılabilir.

ÖİK‘ların ortaya koyduğu veriler ve çalışmalar raporlara altlık oluşturduğu söylemi aslında raporların katılımla hazırlandığını göstermeye yöneliktir. Oysa uygulamalar plansızlığın olduğuna dair net göstergelerdir.

TMMOB‘nin 9. Kalkınma Planına Bakışı

TMMOB, 9. Kalkınma Planı‘nı ve Plan Stratejisini şöyle değerlendirmektedir:

- 1980‘lerden bu yana olarak uygulanan IMF ve Dünya Bankası Yapısal Uyum Politikalarıyla büyük ölçüde kan kaybeden ulusal kalkınma planlaması, 9. Planla birlikte tamamen AB iradesine teslim edilmekte, "Ulusal Planlama" sonlandırılarak, AB‘ci planlamaya geçilmektedir.

- Plan‘da kabul gören "Stratejik Planlama" tercihiyle, bütüncül ve merkezi ulusal kalkınma planlaması anlayışı tümüyle terk edilmektedir. Böylece bütüncül, zorlayıcı (kamu kesimi için emredici, özel sektör için yol gösterici) ve aşamalı (makro planlama, sektör analizleri ve proje seçimi aşamalarından oluşan) planlama anlayışı tamamıyla ortadan kalkmakta; çok parçalı, kamu kurumları düzeyinde hazırlanan çok sayıdaki stratejik plan ve projelerden oluşan ve bölge planlamasına ağırlık veren bir planlama anlayışının hâkim olduğu bir sürece girilmektedir.

- Şeklen de olsa 1980 sonrasında varlığını sürdüren geleneksel beş yıllık planlama anlayışı, 7. Plandan itibaren hazırlanan süreçle, AB bütçesinden yararlanma fantezisi adına 7 yıllık hale getirilmekte ve geleneksel planlama anlayışı terk edilmektedir.

- Ulusal siyasi iradenin öncelikleri doğrultusunda, kalkınma planı hazırlamakla yükümlü DPT örgütünden, AB direktifleri doğrultusunda proje değerlendirme örgütlerine geçiş sürecinin kapıları tamamen açılmaktadır.

- Sermaye odaklı bir gelişme ve yönetim anlayışı esas alınarak, sermayenin tam güdümünde bir planlama sürecine girilmektedir. Devletin ticari mal ve hizmet üretiminden çekilmesi ve politika oluşturma, düzenleme ve denetlemeden öte bir işlevinin olmayacağının belirtilmesi, gelişmenin sermaye-özel sektör-odaklı olacağını göstermektedir. Gelişmenin öncü gücü olarak özel sektör kabul edildiğinde, kaçınılmaz olarak kamu yönetim anlayışı da değişmek durumunda kalacaktır. Özel sektörün üretim-faiz tercihi de, üretime dayalı bir döneme girilmeyeceğini göstermektedir.

- Geçmişin iyi kötü işlemekte olan ‘demokratik katılımcılık anlayışı ilkesi" tümüyle raftan kaldırılarak, yerine Dünya Bankası tarafından geliştirilen "yönetişim" modeli getirilmiştir. Bu yeni model bürokrasi, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarına (STK) dayanan bir karar yapısı oluşturmaktadır. Bu yeni yapılanma, katılımcı olmakla birlikte demokratik değildir, aksine, "tüm iktidar sermayeye" modelidir.

- Planda rekabet gücünü ucuz ve güvencesiz emek üzerinden artırmayı hedefleyen bir anlayış egemendir.

- Bölgesel planların ve kalkınma ajanslarının bölgelerarası yakınsamayı sağlamak amacıyla oluşturulduğu izlenimi verilmeye çalışılsa da, asıl amaç ülkedeki bölgelerarası eşitsizliği gidermek yerine bölgelerarası rekabeti sağlamaktır. Bu tercih devletin siyasi örgütlenmesini de değiştirebilecek sonuçlar doğurabilecektir.

- Önceki kalkınma planlarındaki hedefler, bütçeyle ilişkilendirilerek ve mali kaynaklar ayrılarak uygulama ve yıllık programlarla detaylandırılırken ve izlenirken, 9. Kalkınma Planı sadece bir strateji belgesi niteliğindedir. Mali boyutu olmayan bir planın yaşama geçirilmesi ise olanaksızdır.

Sektörel değerlendirmelerle bu saptamalarımızın doğruluğu daha açık ortaya çıkacaktır.

Bu sempozyum kapsamında sanayileşme politikalarına ayrıntılı olarak değinileceği için, bu bildiride sanayi konusunda değerlendirme yapılmayacaktır. TMMOB Raporunda ise ayrıntılı değerlendirmeler yer alacaktır. Bu bağlamda, sempozyuma farklı bakış açısı katacağı düşünülen diğer sektör ve konulardan örnekler verilecektir.

- (9. KP/335.) Özelleştirmelerin de etkisiyle KİT sisteminin ekonomi içindeki payı önemli ölçüde azalacaktır. KİT‘lerin toplam brüt satış hasılatının GSYİH‘ya oranının 2006 yılındaki yüzde 9 seviyesinden 2013 yılında yüzde 3,3‘e düşmesi beklenmektedir. Aynı dönemde KİT sisteminde yaratılan katma değerin GSYİH‘ya oranının da yüzde 2‘den yüzde 0,6‘ya düşeceği öngörülmektedir.

- (9. KP/336.) Plan dönemi sonuna gelindiğinde özelleştirme işlemleri sonucunda kamunun hava ve deniz ulaşımı ile lokomotif ve vagon üretimi; şeker, tütün ve çay ürünlerinin işlenmesi; petrokimya sanayi; malzeme alımı; elektrik dağıtım ve toptan ticareti faaliyet alanlarından tamamen çekilmesi; bunun yanı sıra, elektrik üretimi, doğalgaz piyasası, kömür ve diğer maden işletmeciliğindeki payının azalması hedeflenmektedir. Buna karşın tahıl alımı, tohumluk üretimi, demiryolu ulaşımı alt yapısı, elektrik iletimi, petrol arama, hava meydanlarının işletilmesi, posta hizmetleri ile kıyı emniyetinin sağlanması alanlarında faaliyet gösteren KİT‘lerin plan döneminde özelleştirilmesi öngörülmemektedir.

Oysa, KİT‘lerin ekonomi içindeki payının azaltılması ve yarattığı katma değerin düşürülmesi ekonomiye katkı sağlamadığı gibi, ilgili sektördeki üretim, pazarlama, fiyat denetimi vb. konularda iç dengelerin korunmasını olumsuz yönde etkileyecektir.

- (9. KP/406.) Elektrik sektöründe, kamu üretim tesislerinin ve dağıtım sisteminin özelleştirilmesi, Mart 2004‘te yürürlüğe konulan Strateji Belgesi doğrultusunda yapılacaktır. Dağıtım ve üretim tesislerinin özelleştirmesinden beklenen faydaların bir an önce alınması amacıyla özelleştirme süreci hızlandırılacaktır.

- (9. KP/409.) Kamu sahipliğinde kalacak olan elektrik iletiminde yatırımlar elektrik sisteminin güvenliğini ve güvenilirliğini koruyacak şekilde sürdürülecektir.

- (9. KP/412.) Elektrik arzında sağlıklı bir çeşitlendirme yaratmak için elektrik üretim kaynakları arasına nükleer enerji dahil edilecektir. Nükleer santral yapımına başlanmadan önce serbest piyasayla maksimum uyum gözetilerek, atıkların saklanması, tasfiyesi ve kamuoyunun bilgilendirilmesi hususlarına yönelik detaylı plan ve programlar yapılacaktır.

Planda, elektrik iletiminin kamu sahipliğinde kalmasının öngörülmesi doğrudur. Ancak iletimin üretim boyutu ile birlikte ele alınması gerekli olduğundan, öngörü eksiktir. Yine, elektrik, doğası gereği bir bütündür, bölünemez. Bu nedenle elektrik sektöründe liberalleşme ve bunun sonucu parçalanma, özelleştirme doğru değildir. 2003 yılında "AB 96/92 sayılı Elektrik Direktifi"ne eklenen "arz güvenliği, kalitesi, fiyatı ve çevrenin korunması gibi konuları dikkate alarak Elektrik Hizmetlerinin Kamu Hizmeti olarak düşünülebileceği" ifadesi bağlamında, elektrik enerjisi hizmetlerinin tek elden, kamu eliyle yürütüleceği bir yapı yeniden kurulmalıdır. Yönetim, Planlama, Yatırım ve Denetim erki merkezi bir otorite ile sağlanmalı, bu alandaki çok başlılık yok edilmelidir. Üretim-iletim ve dağıtım sistemleri, bilgi teknolojileri kullanılarak istenen düzeyde verimli, dinamik ve güvenilir bir yapıya kavuşturulmalıdır. Elektrik enerjisi üretiminde yerli (kömür), doğal (su) ve yeni-yenilenebilir (güneş, jeotermal, bio-kütle, rüzgar, bor, toryum, hidrojen vb.) kaynaklar kullanılmalıdır. Çevresel faktörler, yüksek maliyetler ve dışa bağımlılık gibi unsurların yanı sıra,önemli bir enerji tasarruf potansiyelimiz ve yeterli yenilenebilir kaynaklarımız varken, dünyada demode olmuş nükleer santrallerin Türkiye‘ye pazarlanmasına karşı çıkmak gerekmektedir. Yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı üretimin teşvik edildiği söylenirken bu alandaki projelere ilişkin fizibilite çalışmalarının yetersiz olduğu açıktır. Bu konudaki eksiklikler giderilmeyerek sonuçta yaşanacak sorunlar beklenmektedir.

TMMOB, enerji alanında özetle şöyle bir "vizyon" öngörmektedir: "Kamu yararı ve bağımsızlık ilkelerine bağlı olarak, toplumun gereksinimlerini ülkenin doğal, yerli ve yenilenebilir kaynaklarıyla ucuz, kaliteli ve kesintisiz bir biçimde sağlayan şeffaf ve merkezi bir otoriteye bağlı güvenilir bir sektör."

- (9. KP/503.) TİGEM işletmeleri, özel sektör faaliyetlerinin bulunmadığı veya kısıtlı faaliyetlerde bulunduğu alanlara yönlendirilecek ve ihtiyaç fazlası işletmeler özel sektöre kullandırılacaktır.

TİGEM‘ler, kamu mülkiyetinde kalmalı ve etkin işletilmelidir. Nitekim, özel sektöre kullandırma adı altında Dalaman ve Yalova Atatürk Tarım İşletmelerinin turizme açılmaya çalışması asıl niyeti göstermektedir. Bu konuda ZMO‘nun açtığı davalarla yürütmenin durdurulması sevindiricidir.

- (9. KP/445.) Her kentin özgün yapısı, dinamikleri ve potansiyelleri göz önüne alınarak, kentiçi ulaşım türlerinde çeşitlilik ve bütünleşme sağlanacaktır.

Ülkemizin birçok kentinde kentin özgün kimliği, kimi hallerde geleneksel dokusu göz önüne alınmadan kent içi ulaşım modelleri gerçekleştirilmektedir. Tüm kent ve çevresi ölçeğinde yapılması gereken ana ulaşım planı ve bu plana bağlı alt ölçekli projeler olmadan, noktasal çözümlerle uygulamaya geçilmesi başta İstanbul ve Ankara olmak üzere birçok kent merkezinde yeğlenen bir davranış olmaktadır. Bunun yanı sıra, kent silueti, kentin geleneksel dokusu, çevresel değerleri vb. hususlar göz önüne alınmadan planlanmaya çalışılan ulaşım sistemleri, belki ket içi hareketliliği çözmekte ancak başka değerlerin yitirilmesine neden olmaktadır. Bu nedenle, plandaki politika paragrafında da belirtildiği gibi, kente özgü ve onun kentsel değerlerini de göz önünde tutan ulaşım türleri geliştirilmesine özen gösterilmeli, gerçekleşme sözde değil özde olmalıdır.

- (9. KP/456.) Çevre konusundaki düzenlemelerin etkili ve aflarla kesintiye uğratılmadan uygulanması sağlanacaktır. Doğal çevre ve doğal kaynaklar üzerindeki baskı sürekli olarak artmaktadır. Bu baskı doğal alanların/ kaynakların kullanımında ve yönetiminde bir kuralsızlığı ortaya koymaktadır. Mevcut yasaların doğal çevreyi korumada yetersiz kalmasına rağmen çevrenin tahrip edilmesinde kazanılan mahkeme kararları da uygulanmamaktadır. Oysa, yeterli politikalara bağlanmadığı takdirde hızla bozulabilen ve hatta yok olabilen kaynakların oluşturduğu çevrenin sürekliliği olan, etkili ve sürdürülebilir bir sürece gereksinimi vardır. Kamu yararının ön planda tutulması halinde bu sürecin özellikle aflarla kesintiye uğraması kabul edilemez bir yaklaşımdır. Planın hazırlandığı süreçte Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu‘nda değişiklik yaparak, başta Cargill olmak üzere kaçak yapılara af çıkarılması, planın işlevsizliğini somut olarak ortaya koyan çok iyi bir örnektir.

- (9. KP/547.) Turizm sektörü, ülkedeki refah ve gelişmişlik dengesizliklerini azaltıcı doğrultuda yönlendirilecek, turizm potansiyeli olan ancak bugüne kadar yeterince ele alınmamış yörelerde turizm geliştirilerek ekonomik ve sosyal kalkınma sağlanacaktır.

- (9. KP/548.) Sektörle ilgili tüm yatırımların doğal, tarihsel ve sosyal çevreyi kollayıcı, koruyucu ve geliştirici bir yaklaşım içinde olmasına azami özen gösterilecektir.

1980‘lerden bu yana turizm sektörünün gelişmesi için yapılan planlama ve bunlara bağlı uygulamaların, yukarıdaki temel yaklaşımla uyumlu olduğu söylenemez. Bir çok yatırım, doğal ve tarihsel çevreye geri dönülemez zararlar vermiş, bu ögelerin taşıma kapasiteleri aşılmıştır. Benimsenen politikaların kökeninde turizmin "amaç", doğal ve kültürel değerleri ise bu amaca en üst düzeyde ulaşmak üzere "araç" olduğu düşüncesi yatmıştır ve bu yaklaşım azalmakla beraber halen devam etmektedir. Oysa 9. Kalkınma planında bu ilişkinin, doğal ve tarihsel çevreyi kollama ve korumanın "amaç", turizmin ise niteliği itibariyla bu amaca ulaşmak için kullanılabilecek en önemli "araç"lardan biri olarak tanımlanması gerekirdi.

- (9. KP/667.) Yöresel marka yaratmaya yönelik olarak, özgün tarihi ve doğal miraslar korunup geliştirilerek ekonomik değere dönüştürülecektir.

Bu önlemin içeriğindeki çarpıklıkların yanı sıra onun Bölgesel gelişme politikaları başlığı altında ele alınması, eylemin boyutu bakımından da ürkütücü olmaktadır. Öncelikle "Tarihi ve doğal mirasın korunup geliştirilerek ekonomik değere dönüştürülmesi" yaklaşımının onu bir "mal" olarak gören kapitalist ve küresel düşünce biçiminin bir ürünü olduğu saptanmalıdır. Bu düşünce mevzuata da yansımıştır. Turizm Teşvik Kanununda değişiklik yapan 4957 sayılı yasa ile getirilen "Kültür ve Turizm Koruma ve Gelişim Bölgesi" tanımı "Tarihi ve kültürel değerlerin yoğun olarak yer aldığı ve/veya turizm potansiyelinin yüksek olduğu yöreleri korumak, kullanmak, sektörel kalkınmayı ve planlı gelişimi sağlamak amacıyla değerlendirmek üzere tespit ve ilan edilen bölgeler" olarak verilmiş, "Kültür ve turizm koruma ve gelişim bölgeleri ve turizm merkezlerinde Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerde, bölgenin doğal ve kültürel özelliklerini bozmamak, turizm işletmelerine zarar vermemek ve imar planlarına uygun olmak ve Bakanlıktan izin almak kaydıyla" kamuya yararlı diğer yapı ve tesislerin yapılabileceği ve işletilebileceği öngörülmüştür. Bu modelin yürütücüsü ise özel girişimciler olacaktır. De