Kürt Sorunu
Ülkemizin en temel sorunu olan Kürt sorununun, demokrasinin Türkiye‘de tüm kurum ve kuralları ile köklü bir şekilde yerleşmesinin önünde engel olduğu, bu sorunun demokratik yollarla çözülmeyişinden ötürü sürdürülmekte olan savaş, ülke kaynaklarını tüketmekte olduğu gibi, ülkenin gelecekteki ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel gelişimini de ipotek altına almaktadır. Kürt sorunu, tarihsel, siyasal ve sosyal boyutları olan, Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyeti‘ne devredilen bir sorundur.
Tarihten günümüze uzanan dinamik bir süreci ifade eden bu sorunun demokratik çözümü için tarihsel arka planının irdelenmesi gerekmektedir. Kürtler tarihin en eski çağlarından beri ve M.Ö. 2000 yıllarındaki yazılı belgelere geçtiği gibi Yukarı Mezopotamya‘nın (Zagros) en eski halklarından biridir. M.Ö. 2000.li yıllara ait ve Sümerler‘den kalma bir yazıtta Kürtler‘den söz edilmektedir.
Van Gölü‘nün güneyinde ve "Su" halkıyla komşu olan Karda veya Kardaka ülkesinden söz edilmektedir. Zagros‘un en eski halklarından olan "Guti.lerin Kürtlerin ataları olduğu konusunda tarihçiler hemfikirdir. Guti-Hurri-Kassit-Mitanni-Ürartu ve Medler‘in bugünkü Kürtlerin ataları olduğuna ilişkin bilgiler bulunmaktadır. Prof. Egon Von Eickstedt‘e göre; Zagros dağlarının orta ve kuzey bölgelerinde Guti yada Ourtie adı verilen bir halk yaşıyordu. Bu halkın ülkesine de GUTİUM adı verilmiştir. Hem yaşadıkları bölge itibariyle hem de akrabalıkları gayet açık görülen GUTİ ve KARDUKLAR bugünkü Kürtler‘in merkezi yerleşim bölgeleri üzerinde yaşıyorlardı. Kürtler ard arda ve kesintisiz krallıklar kurmuş, eski Guti- Hurriler‘in, Gutiler‘in ve Karduklar‘ın soyundan gelmektedir. M.Ö. 401 senesinde askerlerle Zagros‘a yürüyüp, yenildikten sonra perişan bir halde geri dönmüş olan eski Yunan‘ın ünlü yazarlarından Ksenefon on binlerin geri çekilişini anlatırken Kürtlerin ataları olduğu kabul edilen Karduklar‘ın saldırısına uğradıklarını anlatır. Doğu bilimcisi Minorsky‘nin Kürt tarihçileri ve yazarları tarafından kabul edilen tez Medler‘in Kürtler‘in ataları olduğu şeklindedir. Kürt dilbilimcisi ve Latin Kürt Alfabesi‘nin kurucusu Celalet Ali Bedirxan da Kürtler‘in Medler‘in soyundan geldiği ve Hint-Avrupa Dil Ailesi‘nden olan Kürtçenin Med Dilinin devamı olduğu yolundaki tezi güçlü bulduğunu ifade ediyor. Günümüzde yapılan karşılaştırmalı dil araştırmaları sonucu olarak, Kürtçe‘nin Hint-Avrupa Dil Ailesi‘ne mensup olduğu bilimsel olarak kabul edilmiştir.
Karduklar, memleketlerini kuşatan Ahemenid İmparatorluğu yönetimi altındaki dönemde özerk yapılarını korumuşlardır. Bununla birlikte ücretli olarak katıldıkları Keyhusrev ve Haleflerinin ordularına büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Bunlar Ahemenid İmparatorluğu‘nun yıkılışından sonra arka arkaya Makedonyalıların, Büyük İskender‘in ölümünden sonra Suriye Selösileri‘nin, Pastersacidleri‘nin M.Q. 556 tarihinde İran‘daki Sasaniler‘in nüfuzu altına girdiler. Kürtler bir dereceye kadar yerel bir özerkliği koruyarak İran ordusunda ortaklaşa veya ücretli askerlik yapmış ve İran İmparatorluğu‘nun yücelmesine ye büyümesine yardım etmişlerdir.
Kürtler‘in İranlılarla ortak hayatı M.S. 652 yılına yani İran İmparatorluğu‘nun yıkılmasına kadar devam etmiştir. Kürtler‘in Halife Ömer zamanında Müslümanlaştırma sürecine sokulduğu dönem daha iyi biliniyor. Müslüman Araplar tarafından istilaya uğrayan bölge 7. yüzyıldan 11. yüzyıla kadar Araplar‘ın boyunduruğu altına girdi. Ünlü Osmanlı Yazarı Şemseddin Sami "Kamus-ül Alem" adlı eserinde Abbasi Halifeliği‘nin zayıf düşmesiyle Kürt Reislerinden bir çok adamlarda Musul, Diyarbekir ve Cezire yörelerinde birer kale ve memleket ele geçirip, bir çok küçük hükümetler kurmuşlarsa da, tüm bölgeyi yönetim altına alarak cinsiyet (soy, milliyet) esasına dayalı bir hükümet kurmamışlardı. Kürt Hadebani Aşireti‘nin bir kolu olan Ravadiler‘den Eyüb bin Sadi bin Reva‘nın oğlu olan Selahaddin-i Eyyubi Mısır‘da devlete nail olup, kendisi ve çocukları Şam, Halep, Hicaz ve Yemen‘de hüküm sürdükleri ve evlatlarıyla, akrabalarının yönetimi altında birçok seçkin hükümetler kurulduğunu anlatır.
Alparslan‘ın Kürt beyleri yardımı ile 1071 Malazgirt zaferi Selçuklular‘a Anadolu‘nun kapısını açtı. 14. yüzyılda Moğol istilası Küçük Asya‘da ve bütün Ortadoğu‘da önemli bir soykırım ve yıkımlar yaparken, bu bölgede yaşayan Kürtler, coğrafyanın verdiği avantaj ve tarihsel deneyimleri ile Timurlenk‘in ordularına karşı savaşarak kısmen daha az zarar görmüşlerdir. Bu bölgede hiç bir imparatorluğun tam egemenlik sağlayamaması, Kürtler‘in bağımsız beylikler halinde yaşamalarını sağlamıştır.
16. yüzyılda Kürt Beylikleri, İranlılarla sürekli savaş halindeydiler. İran Şahı Kürtler‘in oturdukları bölgeleri ilhak etmek için sürekli bir çaba içindeydi. 1514 Osmanlı İran Çaldıran Savaşı‘ndan sonra Kürtler‘in iki imparatorluk arasındaki düşmanlıktan yararlanarak varlıklarını geliştirdikleri görülüyor. Bu durumdan dolayı Kürtler bağımsız bir konuma geldiler. Kürtler‘in tarihi ile ilgili ilk eser olan Şerefname, Bitlisli Şeref Han (Bitlis‘i) tarafından bu dönemde yazıldı (l 596). Bitlisli Şeref Han‘ın yazdığına göre , Kürt bölgesinde bir çok Kürt Beylikleri vardı. Kürt Aşiret Beyleri Çaldıran Savaşı‘ndan sonra Yavuz Sultan Selim‘in yanında yer aldılar ve Sultan Selim‘in İran Şahı Şah İsmail karşısındaki zaferine önemli katkıda bulundular. Sünni Kürtler Sünni Osmanlı Padişahı‘nı kendilerine yakın sayıyorlardı. Çaldıran Savaşı‘ndan sonra Kürt Beyleri‘nden İdris-i Bitlisi‘nin çabalarıyla Osmanlı merkezi otoritesiyle Kürtler arasında yapılan antlaşma sonucu, Osmanlı Devleti Kürdistan‘da 16 özerk Kürt Beyliği‘nin varlığını kabul ediyordu. Kürt Beylikleri‘nin bu özerk statüsü 19. Yüzyıl‘ın ortalarına kadar devam ediyor. Kürt Beyliklerinden güçlü olanları para basıyorlar, Cuma günleri adlarına hutbe okunuyordu. Kürtler‘in yaşadığı coğrafya yeraltı ve yerüstü zenginlikleri nedeniyle ilk çağlardan beri çeşitli istila ve ilhaklara uğramıştır. Bu nedenle Kürt halkı talan, yağma, sömürü, sürgün, soykırım ve asimilasyon gibi çeşitli mağduriyetlere maruz bırakılmıştır.
Osmanlı ve İran imparatorlukları arasındaki mücadele ve bölge üzerindeki hak iddiaları sonucu 1639 Kasr-ı Şirin antlaşmasına kadar süre gelen savaşlarda Kürt halkı iki imparatorluğun baskısı altında varlığını sürdürmüştür.
1639‘dan sonra Kürtler‘in yaşadıkları coğrafya iki imparatorluk arasında kesin olarak bölüşülmüştür. Alevi Kürtler‘in İranlılar, Sünni Kürtler‘in de Osmanlılar tarafından kullanılması mezhep ayrılığı, aşiret yapısı, üretim ilişkileri ve coğrafik yapı Kürtler‘in birliğini engellemiştir.
Osmanlı imparatorluğu batıda toprak kaybettikçe ve sürekli savaşların finansmanı için asker ve para gereksinimi arttıkça, Kürt bölgelerine daha fazla yüklenmek durumunda kalıyordu.Bu durum vergi ve asker vermek istemeyen Kürt Beylerini yer yer isyanlara yöneltiyordu. Bu isyanlardan belli başlıları 1806‘daki Abdurrahman Paşa‘nın Süleymaniye Bölgesi‘ndeki Baban Ayaklanması, 1833-1836 Mir Muhammed Ayaklanması, 1840 Bedirhan Bey Ayaklanması, 1855 Yezdan Şer Ayaklanması, 1877 Bedirhan Osman Paşa ve Kardeşi Hüseyin Kenan Paşa Ayaklanması, 1880 Şeyh Ubeydullah Ayaklanmasıdır.
20. yüzyılın başlarından itibaren de imparatorluk sınırları içinde çeşitli Kürt faaliyetlerinin başladığı görülüyor. Bunlar; Mikdat Bedirhan Bey‘in Kürdistan Gazetesi (1898). Ali Bedirhan Bey, Şerif Paşa ve Şeyh Abdulkadir‘in .Teali ve Terakki-i Kürdistan Gazetesi", "Kürt Teali Cemiyeti", "Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti" ve onun İstanbul‘da, kurduğu Kürt Okulu (1908), "Hetavve Kurd", "Jin" dergileri ve çeşitli şehirlerde kurulan "Kürt Kulüpleredir.
İki imparatorlukla zaman zaman süre gelen anlaşmazlık ve çatışmalara rağmen Kürt Beylikleri ile iki imparatorluk arasında Kürt Beylikleri‘ne tanınan kısmi özerklik veya imtiyazlarla bu statü 1. Emperyalist paylaşım savaşının sonuna kadar devam etmiştir. Savaşa katılan Osmanlı İmparatorluğu‘nun Müttefikleri ile birlikte kesin yenilgisinden sonra toprakları emperyalist ülkeler tarafından işgal edilir. Mustafa Kemal Anadolu‘ya çıkmadan önce emperyalist devletlerin işgalleri ile birlikte Antep, Maraş ve Urfa‘da işgal güçlerine karşı çete savaşları ve direniş başlamıştır. Irak Kürdistanı‘ndaki Kürtler‘in lideri Şeyh Mahmut Berzenci, bağımsızlık amacıyla İngilizlere karşı savaşıyordu. İngilizler tarafından iki kez Hindistan‘a sürgün edildi.
Mustafa Kemal milli mücadele döneminde Kürt ileri gelenleriyle girdiği dayanışma sonucu olarak Ruslarla ilk anlaşma olan Gümrü Anlaşması imzalanıyor. Amasya Tamiminde, Kürtlerle ilgili protokolün l. maddesinde "Kürtlerin ulusal ve sosyal haklarının takınacağı..." şeklinde bir ifadeye yer veriliyordu.
Mustafa Kemal Nutuk‘ta şunları söylüyor; Sevr‘de: Fırat‘ın doğusunda ve Ermenistan, Irak ve Suriye arasında ve kalan bölge için itilaf devletleri temsilcilerinden kurulacak bir komisyon özerk bir yönetim şekli hazırlayacaktır.
Antlaşmanın imzalanmasından l yıl sonra bu bölgenin Kürt halkı, Milletler cemiyeti meclisine başvurarak Kürtler‘in çoğunluğunun Türkiye‘den ayrı bağımsız bir devlet kurmak istediklerini ispat ederlerse ve Meclis de bunu kabul ederse, Türkiye bu bölgedeki her türlü haklarından vazgeçecektir. Mart 1921 teklifinde; itilaf Devletleri, şimdiki durumu göz önünde tutarak bu konuda Sevr taslağında değisiklik yapılmasını dikkate alma eğilimindedir. Şu şartla ki, özerk yönetilen bölgelerde Kürt ve Asuri-Keldani çıkarlarının yeterince korunması için tarafınızdan kolaylıklar gösterilsin. Mart 1922 teklifinde; bu durum söz konusu edilmemiştir. Lozan‘da; elbette söz konusu ettirilmemiştir.
İsmet İnönü ise "Hatıralar" da, Kürtler‘in Milli Mücadelede canla başla beraberlik gösterdiklerini ve Lozan görüşmeleri yapılırken de vatansever olarak Türklerle beraber olduklarını anlatır. Daha sonra Fransızlarla yapılan Ankara Antlaşması ile bugünkü Suriye sınırı belirlenirken, Kürtler‘in yaşadığı bölgenin bir kısmı Fransızlar‘a akabinde Lozan Antlaşmasıyla Kerkük ve Musul gibi petrolce zengin Kürt illeri İngiliz yönetimine geçmiştir. Bu paylaşım neticesinde Kürtler‘in özgürlük mücadeleleri Musul Petrolleri karşılığı İngilizler‘le birlikte yıllarca süren mücadelelere rağmen kanla bastırılmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarından sonra giderek Kürtler‘in varlığı ret ve inkar edilmeye ve asimilasyon politikası yürütülmeye başlandı. Kürtler yeni bir sürece tabi tutuldu.Kürtler kimi zaman bu politikalara sert tepki gösterdi.
Başta verilen sözlerden vazgeçilerek uygulanan bu politikalar karşısında 1925‘de Şeyh Sait isyanı başlamıştır. Şeyh Sait isyanın bastırılmasından sonra Takrir-i Sükun Kanunu ve Şark Islahat Planı çıkarılarak yürürlüğe konuyor. Kürt dili yasaklanıyor, Kürtler‘in Türk olduğu savı ortaya atılıyor, Kürtler topraklarından zorla çıkartılarak Anadolu.nun değişik yerlerine sürülüyor. Devletin bu politikalar karşısında 1925-1938 yılları arasında başlıcaları Ağrı ve Dersim isyanı olmak üzere 20 civarında isyan yaşandı. 74 yıllık Cumhuriyet Dönemi‘nde bölgede ret, inkar, sürgün ve asimilasyon gibi uygulamaları hayata geçirmek için örf-i idare, Umumi Müfettişlik, Sıkıyönetim ve Olağanüstü Hal uygulamaları yürürlüğe konulmuştur.
Türkiye‘de 1950‘lerden 1970‘lere kadar Kürt ve Türk aydınlarının Kürt sorununun çözümüne yönelik çabaları çeşitli baskılarla karşılaşmış, on yıllar süren hapis cezaları, siyasi partilerin kapatılması gibi anti-demokratik yöntemlerle bastırılmıştır. Doğu mitingleri ve sonrasında Kürt sorununun çözümüyle ilgili aldığı kararlar sonucu Türkiye İşçi Partisi (TİP) kapatılmıştır. Günümüze kadar da bu politikalar sürdürülmüştür. 12 Eylül rejimi ve politikaları ile toplumsal dinamikler bastırılmış, cezalandırılmış, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün baskı altına alınması süreklilik kazanmıştır. Kürt sorununun çözümünde askeri yöntemlere dayalı, militarist anlayış tümüyle ortama egemen olmuştur. Kürtlerin demokratik talepleri şiddet politikaları ile bastırılmaya çalışılmaktadır.
"Genel Kurmay, Başbakanlık Müsteşar Yardımcılığı ve Daire Başkanları‘nın bir bölümüne verilen brifing‘de Türkiye‘nin bir iç savaş halinde bulunduğu vurgulanarak "Türkiye tarihten gelen bir doğu sorununa teslim olmuştur. Askeri yapının iç savaş durumuna uygun hale getirilmesi gerekir" denildi. Milliyet 10 Aralık l997. 1920-1940 yılların arasında Takrir-i Sükun, İstiklal Mahkemeleri, Şark Islahat Planı ve Tunceli Kanunu çıkarılarak Kürtler batıda çoğunluk oluşturmayacak şekilde iskana tabi tutulmuştur, l940 ile l980 yılları arasında yaşanılan göçlerin geneli ekonomik ve sosyal sebeplere, l980 sonrası göçler ise siyasi ve toplumsal nedenlere dayanmaktadır. Siyasal iktidarlar imzaladığı uluslararası sözleşmelere ve evrensel hukuk ilkelerine bağlı kalmadığı gibi, Kürt sorunu konusunda düşüncelerini açıklayanlara cezai yaptırımlar uygulayarak susturmaya çalışmaktadır.
Bu baskıcı anlayış sonucu 10 yılı aşkındır süren bu düşük yoğunluklu savaşta 30 bini aşkın insan hayatını kaybetti. İnsanlar evlerinden, yerlerinden edildi, köyler boşaltıldı, yakıldı, ormanlar güvenlik bahanesiyle ateşe verildi, yerleşim yerleri bombalandı. Savaş nedeniyle geniş alanlara döşenen mayınlar, halkın can ve mal güvenliğine zarar vermektedir.
3000‘in üzerinde köy boşaltılırken 3 milyondan fazla insan yerlerinden yurtlarından uygulanan baskılar nedeniyle ayrılmak zorunda bırakıldı. Üretimden kopan bu insanlar ekonomik sıkıntılarla baş başa açlık, sefalet içinde, çöplüklerden ekmek toplayacak kadar insanlık dışı uygulamalara maruz bırakıldılar.
Bölgede sürdürülen savaş, yüzlerce savaş zengini doğurmuştur. Yatırımların düştüğü işsizliğin arttığı ve ekonomik gelişmenin başlangıcında olan bir ülke için gizlenen ve denetlenemeyen konular dışında yılda 16 milyar dolaba varan askeri harcamalar, ekonomik açıdan tüm toplumun yaşam standardının düşmesine neden olmasının ötesinde, toplumun geleceği üzerinde olumsuz etkileri olan bir sürecin varlığına yol açmıştır. Feodal yapı, işsizlik ve uygulanan baskıcı yöntem koruculuk sistemini geliştirmiş, koruculara ücret ödenerek ekonomik kaynaklar kayba uğratılmış ve Kürtler birbirine düşürülerek Kürdü Kürde kırdırma politikası hayata geçirilmiştir. Bölgede 1996 verilerine göre 62.034 köy korucusu, l4.872 gönüllü köy korucusu görev yapmakta ve bunlara her ay 170 milyar maaş ödenmekte.
Günümüzde artan korucuları ve son zamanlarda Karadeniz bölgesindeki uygulamalarda katarsak durumun vehameti ortaya çıkmaktadır. 1985-1996 yılları arasında 23.222 korucu görevden atılmış, 296 korucuya adam öldürmekten dava açılmış, diğer yandan aynı korucuların adam, kadın, kız kaçırma, uyuşturucu ve silah kaçakçılığına karıştıkları belirlenmiştir. Olağanüstü hal uygulanan illerde dört yüz bine yakın güvenlik görevlisi bulunmakta. Bölgede artan belirsizlik ve şiddet beraberinde bu güvenlik birimlerinin bazılarının belirsizlikten yararlanarak ekonomik kazanç sağladıkları son çıkan çete olayları ile tespit edilmiştir. Örneğin; Yüksekova‘da uyuşturucu pazarını resmi araç kullanarak sürdüren güvenlik birimleri ortaya çıkarılmıştır. Milli Güvenlik Kurulu‘nun 16 Aralık 1996‘daki raporuna göre Kürt nüfusunun toplam nüfusa oranı 2010 yılında toplam nüfusun %40‘na, 2025‘de %50‘nin üzerine çıkma eğilimindedir. Kürt nüfusun azaltılması, doğum kontrol yöntemlerinin anlatılması gibi önlemler düşünülmüştür. Bölgedeki imamların %90‘ı gardiyanların %80‘i öğretmenlerin %43‘ünün bölge halkından olduğu söylenerek, bölge halkından personel istihdamının makul seviyelere indirilmesi istenmiştir. Demokratik kuruluşlar, parti ve sendikalar, gazeteler, kültür merkezleri üzerinde baskılar uygulanarak sindirilmeye, sorunun çözümsüzlüğe itilmesine, baskı politikalarıyla süreklilik kazandırılmıştır.
Bu süreçler devam ederken yakılan yıkılan yerlerdeki çevre tahribatları tarihi, sosyal, kültürel değerler, gelenek görenekler bir bir yok edilmiştir. Koruculuğu kabul etmeyen köyler yakılmıştır. Geçim kaynakları hayvancılık ve tarım olan insanların geçim kaynakları yok edilmiştir. Türkiye genelinde yaşanılan, faili meçhul cinayetler, yargısız infazlar ve gözaltında kayıplar bölgede yoğun olarak yaşanmaktadır. Bölgede yaşanan sorunlara ilişkin düşüncelerini açıklayan başta milletvekilleri olmak üzere gazeteciler, bilim adamları, aydınlar ile binlerce insan yüzlerce yıla varan sürelerle cezaevlerine tıkılmaktadır. Yaşanılan savaş bahane edilerek insanlar siyasal, sosyal ve kültürel haklarından mahrum edilmektedirler. Bölgenin doğal kaynakları yıllardır bölge dışına taşınmaktadır. Bu durumda bu kaynaklardan oluşan katma değerden bölge halkı yararlanamamaktadır.
Türkiye‘yi de bağlayan uluslararası hukuk ilkelerine anlaşma ve sözleşmelere uygun olarak, eşitlik temelinde çok yönlü politik, yönetsel ve kültürel bir demokratik yapılanma oluşturmak zorunlu hale gelmiştir. Kürt sorunu Türkiye‘nin iç sorunu olmaktan çıkmış, bölgesel çatışmalarda gündeme getiren uluslararası bir sorun haline gelmiştir. Sorun demokrasi de, çok seslilikte, ülke mozaiğini kabullenmede, herkese eşit adil haklar sağlanarak, düşünceyi ifade etme ve örgütlenmenin özgür olduğu ortamda çözülür. Şiddetin temel olduğu, pompalandığı bir kültür televizyon ekranlarından yayınlanarak öldürme ve şiddet empoze edilmeye çalışılıyor. Ancak halkın büyük çoğunluğu savaşa karşı ve barış istiyor. Barışın kendisi temel bir İnsan hakkı olduğu kadar dillendirilebilmesi ve savunulabilmesi için de öteki temel hak ve özgürlükleri gerekli kılmaktadır.
Barış ancak demokrasi, özgürlük ve insan haklarının olduğu bir ortamda yaşama geçirilebilir. Kürt sorunu emperyalist ülkelerle ve bölgede anti-demokrat!k devletlerin çıkarları ve kirli emelleri doğrultusunda değil, başta Kürt halkının iradesi olmak üzere bölge halklarının Demokrasi ve Özgürlük taleplerine uygun, demokratik, adil, eşitlik temelinde barışçıl yöntemlerle çözülmelidir.
Demokratik Çözüm Önerileri;
1) Türkiye‘de tüm toplumu büyük çapta sıkıntılara sokan savaşa son verilmelidir.
2) Kürt kimliği tanınmalı ve anayasal güvence altına alınmalıdır. Kürt dili ve kültürü üzerinde her türlü kısıtlayıcı politikalardan vazgeçilmeli, Kürt dili ve kültürü korunmalı, gelişmesi için olanak tanınmalıdır. Türkler‘in ve Kürtlerin birarada kardeşçe ve eşitlik içinde yaşayabilecekleri demokratik bir düzen zaman kaybedilmeden kurulmalıdır.
3) Zorunlu göç nedeni ile köyünü ve yöresini terk etmek zorunda bırakılan insanların tüm maddi kayıpları tazmin edilmeli ve bunların can ve mal güvenliği sağlanarak özgürce yerlerine geri dönüşleri sağlanmalıdır.
4) Kürt sorunun tartışılmasını engelleyen, düşünceyi ifade etme ve örgütlenme özgürlüğü önünde engel olan tüm yasalar kaldırılmalıdır.
5) Demokrasinin yerleşmesi için Türkiye‘nin de taraf olduğu Uluslararası Sözleşmeler iç hukuka yerleştirilmelidir. Başta Anayasa olmak üzere anti- demokratik tüm yasalar gözden geçirilip, demokratik hukuk devleti normlarına uygun hale getirilmelidir.
6) Olağanüstü Hal, Koruculuk Sistemi, İller Yasası ve Merkezi Kriz Yönetmeliği kaldırılmalıdır.
7) Ülkede kalıcı barışın sağlanması için tüm siyasi tutuklulara ayrımsız genel af çıkarılmalıdır.
8) Savaş ortamında gelişen çeteler,ortaya çıkarılmalı faili meçhuller aydınlatılmalı ve tüm failleri yargılanmalıdır.