TMMOB, TBMM TARAFINDAN KAHRAMANMARAŞ MERKEZLİ DEPREMLERİN SONUÇLARININ TÜM YÖNLERİYLE ARAŞTIRILMASI AMACIYLA KURULAN KOMİSYONA GÖRÜŞLERİNİ GÖNDERDİ

10.04.2023

TMMOB, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce Kahramanmaraş Merkezli Depremlerin Sonuçlarının Tüm Yönleriyle Araştırılması, Depreme Dirençli Yapı Stokunun Oluşturulması ne Kentsel Dönüşüm Uygulamalarının Etkinliğinin Artırılması için Alınması Gereken Tedvirlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu'na 3 Nisan 2023 tarihinde görüşlerini gönderdi.

KAHRAMANMARAŞ DEPREMLERİNDE YAŞANAN AĞIR YIKIMIN NEDENLERİ

  • GİRİŞ

Ülkemiz aşırı doğa olaylarının sıklıkla yaşandığı bir ülkedir. Konumlandığı coğrafya nedeniyle, üç tarafı fay hatlarıyla çevrili olduğundan Kuzey Doğu Anadolu’da, Doğu Anadolu’da ve Ege’de depremler;  Karadeniz bölgesinde heyelanlar, aşırı yağışlar sonucu seller; Doğu Anadolu’da da ağır kış koşullarında çığ düşmeleri gibi meteorolojik olaylar sıklıkla yaşanmaktadır. Bu doğa olaylarının tekrar tekrar afete dönüşmemesi için Devletin tüm kurumlarının stratejilerini, planlamalarını, uygulamalarını bu gerçekliği dikkate alarak yapmaları bir zorunluluktur.

6 Şubat 2023 tarihinde gerçekleşen Kahramanmaraş merkezli depremlerden Adana, Adıyaman, Diyarbakır, Elazığ, Gaziantep, Hatay, Kahramanmaraş, Kilis, Malatya, Osmaniye ve Şanlıurfa illerimizde yaşayan yaklaşık 14 milyon yurttaşımız etkilenmiştir.

Deprem bölgesindeki illerde toplumsal ve sosyal yaşamın yanı sıra ekonomik ve mesleki faaliyetler de durmuştur.

Hiç kuşkusuz bu depremler gerek büyüklüğü gerekse etkilediği alan bakımından ülkemiz tarihinin en yıkıcı depremlerindendir.

Ancak depremin  ardından, bazı bölgelere ulaşım sağlanamaması, etkin ve yeterli düzeyde arama-kurtarma çalışmalarının yapılamaması, geçici barınma alanlarının kurulamaması, vatandaşlarımızın sert kış koşullarında -14 dereceye varan soğukta gecelerini sokakta veya araçlarda geçirmek zorunda kalmaları, depremden kurtulanların kurulamayan aşevlerinden dolayı bir sıcak çaya, çorbaya ulaşamamaları ve açlıkla savaşmaları, ülkenin dört bir yanından gönderilen yardım tırlarının deprem bölgelerine ulaşımı ve dağıtımının yapılmasında yaşanan gecikmeler izahı zor bir koordinasyon eksikliği yaşandığının açık göstergeleri olmuştur.

Bu çalışmada Kahramanmaraş merkezli depremlerde yaşanan ağır can ve mal kaybının nedenleri devlet yönetimi anlayışından mühendislik eğitimine, kentleşme politikalarından imar aflarına kadar bir bütünlük içinde değerlendirilmeye çalışılmıştır.

  • ÖZELLEŞTİRMELER

80’li yıllara gelene kadar ülkemizde devlet ile kamu neredeyse birbiri yerine kullanılan kavramlardır. Ekonomik ve toplumsal refah açısından cumhuriyet projesini destekleyen bu kavramsal örtüşme 1980’li yıllardan itibaren uygulanmaya başlayan neoliberal politikalarla değişmiş, sosyal devlet anlayışından uzaklaşılmış, kamusal sorumluluk ve faaliyetlerinden arındırılmış bir devlet yönetimi anlayışı hâkim kılınmıştır.

“Verimsizlik”, “zarar eden kitleri elden çıkartma” ve “devletin sırtındaki kamburdan kurtulma” söylemiyle başlatılan özelleştirme uygulamaları, ilerleyen süreçte kamu kurum ve kuruluşlarına anayasa ile verilen kamu görevleri/hizmetlerinin de özelleştirilmesi suretiyle kamu idari yapısının aşındırılmasına evrilmiştir.

Kamu hizmetlerinin özelleştirilmesine yapılan eleştirilere karşı kamunun denetimci rolü olduğu iddiaları da 6 Şubat depremi ile boşa çıkmıştır. Ülke ulaşım ağını oluşturan karayolları ile köprü, viyadük vd sanat yapıları, iletişim ağı (telefon-internet) ile enerji hizmetlerinin tamamının özelleştirilmiş olması ya da şirket mantığıyla yönetilmeleri devletin en önemli kamusal gücünün ortadan kalktığını da göstermiştir.

Toplumsal düzenin varlığı açısından stratejik öneme sahip, kamu elinde olması gereken ulaşım, iletişim ve enerji altyapısı gibi hizmetlerin özelleştirilmesinin sonuçlarını 6 Şubat depreminde bir kez daha acı bir şekilde deneyimledik.

Ülke düzeyinden en ücra kırsal alanlara kadar ulaşım, haberleşme, su ve enerji altyapısı hizmetlerini sağlayan, işleten, bakım, onarımını yapan Karayolları Genel Müdürlüğü(KGM), Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü (KHGM), PTT, Devlet Su İşleri (DSİ) gibi kurumlar özelleştirme kapsamında ya yapısal değişikliğe uğramış ya da kapatılmıştır. Ayrıca, Büyükşehir Kanunu (bütün şehir yasası) ile il sınırlarına dayanan sorumluluk alanları yerel idarelerin yönetebilir büyüklüğünü aşmıştır. Bu kurumlardaki yapısal değişiklikler ve hizmet özelleştirmeleri, kırdan kente, kentten bölgeye, bölgeden ülke düzeyine kadar birbirini tamamlayacak şekilde teşkilatlanmış ve görev tanımı yapılmış kurumsal yapının bozulmasına yol açmıştır.  

Ülke çapında teşkilatlandırılıp en ücra kırsal alanlara hizmet veren, her türlü iklim ve arazi koşullarında görev yapacak şekilde donanıma sahip KHGM’nün kapatılmasıyla kırsal alanlarda temel altyapı hizmetlerine ulaşmak zorlaşmıştır.

KGM’nün kuruluş kanunu hizmet üretimi ve gelirlerini devredici yöntemlerle serbestleştirme ve özelleştirilme yönünde değiştirilerek köprü ve otoyollar, bakım istasyonları, tesisler ve hizmet binaları dâhil tüm taşınmazlarının özelleştirilmesinin önü açılmıştır. Bu yapısal değişikliğin sonucunda, 2012 depremden etkilenen bölgedeki otoyollar(Pozantı–Tarsus–Mersin Otoyolu, Tarsus–Adana– Gaziantep Otoyolu, Toprakkale–İskenderun Otoyolu, Gaziantep–Şanlıurfa Otoyolu), bağlantı yolları, bunlar üzerindeki tüm hizmet, bakım ve işletme tesisleri de, 2012 yılında, 25 yıl süre ile “İşletme Haklarının Verilmesi” yöntemi ile özelleştirilmiştir.

KGM‘nin teşkilat yapısı ve personel politikasının da bu yapıya uygun olarak değiştirilmesi, çalışan sayısının azaltılmasıyla Cumhuriyet döneminin en köklü kuruluşlarından biri olan KGM denetim/kontrol görevini de yapamaz hale getirilmiştir.

6 Şubat depremlerinde kapanan, çöken yollar, yıkılan köprüler ve viyadükler deprem bölgesine ulaşımın sağlanamamasına, arama-kurtarma çalışmalarına başlanamamasına, yardımların geç ulaştırılmasına neden olmuş, altyapı hizmetlerinde kârın maksimizasyonu temelinde çalışan şirketler üzerinde gerekli denetim ve kontrol eksikliğini de göstermiştir. 

Bir başka can yakıcı örnek de PTT’de gerçekleştirilen yapısal değişikliktir.

PTT’de gerçekleştirilen yapısal değişiklikle Türk Telekom AŞ kurulmuş ve akabinde de özelleştirilmiştir[1]2005 yılında Türk Telekom AŞ’nin yüzde 55 hissesi bir konsorsiyuma satıldığında, ülkenin tüm köylerine uzanan iletişim tesisi ve altyapısıyla, internet erişimini sağlayan kurumun stratejik önemde olmadığı gerekçesiyle, şirket üzerindeki kontrolden de vazgeçecek şekilde, yabancılara blok satışında da sakınca görülmemişti. 

6 Şubat depremlerinde deprem bölgelerinde elektrik şebekesiyle birlikte telekomünikasyon şebekesinde de kelimenin tam anlamıyla bir yıkım yaşanmış, depremin üzerinden günler geçmesine rağmen bazı bölgelerle cep telefonuyla dahi iletişim kurulamamıştır. Sabit şebeke ve fiber altyapının da zarar gördüğü bölgede enkaz altındaki yurttaşlara ulaşımda birincil öneme sahip cep telefonlarının kullanılamamasında cep telefonu işletmecilerinin ticari kaygılarla altyapı tesislerini paylaşımdan veya ortak kullanımdan kaçınmaları önemli bir etken olmuştur.

Devletin anayasada tanımlanan kamusal görevlerine ilişkin hizmet ve yatırımların şirketlerin kar maksimizasyonu hırsına terk edilmesi kamusal yararı da ortadan kaldırmıştır. Kamu işletmeciliği anlayışının terk edilmesiyle tüm kamusal hizmetlere ilişkin yatırımlar özel sektörün kısa vadede yüksek kar perspektifinin insafına bırakılmıştır. Toplumsal refah için hayati öneme sahip, uzun vadeli perspektif gerektiren bu nedenle de riski ve maliyeti yüksek olan, kar amacı gütmeyen kamu işletmeciliğinde gerçekleştirilebilecek, kamusal hizmetler özellikle yüksek teknolojili yatırımlar durma noktasına gelmiştir.  

Nitekim, karayollarında olduğu gibi, Türk Telekom özelleştirilmesi sonrasında da iletişim ağı alt yapısına gereken düzeyde yatırım yapılmamıştır.

6 Şubat depremlerinde arama kurtarma çalışmalarında ulaşılamayan iş makinalarında ve ekipman yetersizliklerinin nedeni sorgulanırken, Cumhuriyet döneminin en köklü kuruluşlarıyken kapatılan KHGM’nün, işi boşaltılan DSİ, KGM gibi devlet kurumlarının geçmiş dönemlerde tüm afetlerde yaptıkları başarılı çalışmaları anımsatmakta fayda bulunmaktadır.

Bir başka özelleştirme uygulaması da kamu özel işbirliği yöntemi ile yapılan şehir hastaneleridir.

2019 yılı Sayıştay raporları incelendiğinde şehir hastanelerinin “ihtiyaç planlamalarının rasyonel yapılmadığı”, “şirketlerin sözleşmede belirlenen tıbbi cihazları temin etmediği”, “binaların belirlenen projedeki niteliklere uygun yapılmamasına rağmen kabul komisyonlarının gereğini yapmadığı” gibi tespitlerde bulunulduğu görülmektedir.

Sağlık, hastanın müşteri olarak görüldüğü kar/ticari amaç gözetilemeyecek kamusal bir görevdir. 

Sağlık turizmi için otel olarak görülmesi, kar maksimizasyonu güdülmesi nedeniyle kompleks yapılara dönüşen şehir hastanelerinin kent dışında minumum maliyetle yer seçimi yapılmasını da zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle minumum maliyet gözetildiğinden de çoğunun yer seçimi doğru yapılmamıştır. Kayseri şehir hastanesi alanının bir kısmının bataklık, Elazığ şehir hastanesi alanının bir kısmının sit alanı, bir kısmının şehitlik; Bilkent-Ankara şehir hastanesi alanın bir kısmının dere yatağı,  Isparta şehir hastanesinin hava kirliliğinin en yoğun yaşanan yerde olması tesadüfi olmadığını göstermektedir. Bursa şehir hastanesinin şehir merkezine mesafesi 25 kilometre mesafede olması da ayrı bir soruna işaret etmektedir.

Tüm bunların yanında kent içindeki birçok hastane kapatılması yurttaşların sağlık hizmetlerine ulaşmasını daha da zorlaştırmaktadır. Nitekim Hatay’daki şehir hastanesi 2-3 yıl önce hizmete girmiş olmasına rağmen büyük bir depreme dayanamamıştır. Şehirden çok uzak olduğu için ve araçlar da enkaz altında kaldığından depremzedeler şehrin dışındaki şehir hastanelerine ulaşamamıştır.

Kamu kurum ve kuruluşlarının topluma hizmet anlayışıyla yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Serbestleştirme ve özelleştirmeler bir an önce durdurulmalı, özelleştirilen kuruluşlar kamulaştırılmalı, özelleştirme süreçlerinde parçalanan kurumlar yeniden birleştirilmelidir.

  • Mühendis, Mimar ve Şehir Plancılarının Kamuda İstihdamı

12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sonrasında uygulanmaya başlanan ve 2000’li yıllarda iyice belirginleşen neoliberal ekonomik politikalar sonucunda, ülkemiz ekonomisinin temel değerleri yitirilmiş, kamu yatırımları durma noktasına gelmiş, özelleştirmelerin de etkisiyle üretimden uzaklaşılmış, şiddeti her defasında daha da artan ekonomik ve sosyal bunalım ve kriz süreçleri birbirini izlemiştir.

Uygulanan yanlış politikalar sonucu bugün ülkemiz, kalkınma, planlama, üretim, sanayi, tarım, enerji, maden, gıda, su, kent, yapı/imar, çevre, bilişim politikalarının dinamik gücü olması gereken mühendislik, mimarlık, şehir planlama disiplinlerinin tasfiye edilmek istendiği; bilimsel bilginin, aydınlanmanın, bilim ve tekniğin önermelerinin yerine piyasanın ve gericiliğin insan düşmanı politikalarının egemen olduğu bir ülke haline gelmiştir. Emekçilerin ekonomik, sosyal ve sendikal hakları budanmış, üretim ekonomisi yerine sıcak para akışına ve arazi rantına dayalı bir ekonomi inşa edilmiştir.

Kamuda çalışan toplam personel 2007 yılında 2 milyon 300 bin teknik hizmetler sınıfına tabi kamu çalışanı sayısı 108 bin civarında iken, 2018 yılında toplam 3 milyon 130 bin personel içinde teknik hizmetler sınıfına tabi kamu çalışanı 165 bin civarındadır. Ortalama % 4-5 düzeyindeki bu oran oldukça yetersizdir ve  bize devletin kamu eliyle yürüttüğü mühendislik, mimarlık ve planlama faaliyetlerinden çekildiğini göstermektedir. Ülke genelindeki nüfus artışı da dikkate alındığında son 20 yıl içinde kamuda güvenceli istihdam %20’ler oranında düşüş kaydetmiştir.

Kamuda istihdam daralmasının son yıllarda dile getirilen ekonomik krizle açıklanması eksik bir değerlendirme olacaktır. Kamuda istihdamın ekonomik krizin "konuşulmadığı" dönemlerde de düştüğü veya nüfusa oranla artmadığı görülmekte, sürekli bir daralmayı işaret etmektedir. Bu nedenle kamuda istihdam daralmasının temel nedeni olarak "özelleştirme uygulamalarını" işaret etmek yanlış bir yaklaşım olmayacaktır.

DİSK tarafından hazırlanan Ekim 2019 tarihli “Kamu İstihdamı Raporu”da bu sorunlara işaret etmekte, temelde ülkemizde kamu harcamalarının yetersiz olduğunu, kamu istihdamının OECD ortalamasının altında olduğunu, her yüz çalışandan 86’sının özel sektörde olduğunu, kamuda işçilik ve sözleşmeli personelin arttığını, belediyelerde temel istihdam biçiminin belediye şirket işçiliği olduğunu ortaya koymaktadır.

OECD’ye üye ülkelerde ortalama her 15 kişiye bir kamu çalışanı istihdam edilirken, bu rakam ülkemizde her 36 kişiye bir kamu çalışanı şeklindedir. Bu rakam dikkate alındığında Türkiye’de şu anda 5 milyon 600 bin kamu çalışanına ihtiyaç vardır.

Öte yandan özellikle son 25 yılda, kamuda çeşitli statülerde çalışan ve farklı ücretler alan mühendis, mimar ve şehir plancılarının ekonomik ve sosyal koşulları, üstlendikleri sorumluluklara ve almış oldukları eğitime uymayan bir düzeye geriletilmiş, kamudaki mühendis, mimar ve şehir plancılarının mesleki iş alanları farklı ve/veya yardımcısı sayılabilecek branştaki alt grup teknik elemanların görevlendirilmesi ile daraltılmış, kamu çalışanı üyelerimizin gerek ücretleri gerekse özlük hakları açısından içine düşürüldükleri durum kriz aşamasına gelmiş ve meslek onurlarını koruma sınırlarını zorlamaya başlamıştır.

Çalışanların geçim koşullarını ortaya koymak ve temel ihtiyaç maddelerindeki fiyat değişikliğinin aile bütçesine yansımalarını belirlemek amacıyla çeşitli sendikalar tarafından her ay yapılan “Açlık ve Yoksulluk Sınırı Araştırmaları”na göre kamu çalışanlarına uygulanan ücret politikası yoksulluk sınırının altında kalmaktadır.

Ekonomik büyüme rakamlarına göre ülkemiz sürekli büyürken, kamu çalışanları bu büyümeden payını alamamakta, çalışan kesimin geliri reel olarak azalmaktadır.

Kamu çalışanlarının ücretlerinin düşüklüğü yanında, en düşük ücretle en yüksek ücret arasındaki makas farkının büyüklüğü, eşit işe eşit ücret ödenmemesi ve kamu kurumları arasındaki ücret farklılıkları nedeniyle büyük bir ücret adaletsizliği yaşanmaktadır.

Kamuda bilimi ve tekniği üretmek ancak yeterli ve gerekli sayıda  mühendis, mimar ve şehir plancının istihdamı ile mümkündür.

Mühendis, mimar, şehir plancılarının kamuda istihdam, atama ve güvenceli kadro konusunda yaşadıkları sorunlarının çözüme kavuşturulması için;

  • Kamu çalışanı sayısının olması gereken ihtiyacı karşılayabilmesi için atama bekleyen on binlerce mühendis, mimar ve şehir plancısının istihdamı sağlanmalıdır.
  • Kamu çalışanlarının işe alım ve görevde yükselme aşamalarında her türlü cinsiyetçi, mezhepçi, ırkçı ve diğer ayrımlara son verilmelidir.
  • Kamuda çalışabilmek için yeterlik ve liyakat ilkeleri, işe girişten emekliliğe değin ölçülebilir somut ölçütlere bağlanmalıdır.
  • İşe alımda Kamu Personeli Seçme Sistemi (KPSS) geliştirilmeli, son dönemlerde yaygınlaştırılan mülakat uygulamaları ile yaşanan yandaş kadrolaşması, ayrımcılık ve keyfiliğe karşın işe alımda KPSS devre dışı bırakılmamalıdır.
  • Kamu yöneticisi atama tercihleri de yeterlik ve liyakat temelinde olmalı, kamu yönetiminde kurumsallaşmada süreklilik sağlanmalı, sürekli hale gelen bakanlık ve birim yer ve görev değişiklikleri ile kamudaki kurumsal hafıza yok edilmemelidir.
  • Kamu hizmetlerinin güvencesiz, kiralık, taşeron, geçici, sözleşmeli personeller aracılığıyla gördürülme anlayışından derhal vazgeçilmelidir. Kamuda mühendis, mimar ve şehir plancıları için kadro tahsis edilerek, kalıcı, güvenceli atama yapılmalıdır.
  • Ücretli Çalışan Mühendis, Mimar ve Şehir Plancıları

Bilimi ve doğal kaynakları insanlığın hizmetine sunan mühendis, mimar ve şehir plancıları tarımsal üretimin, sanayisinin itici gücü olduğu gibi ülkemizin imarında, enerji üretim ve dağıtımının tüm aşamalarında, iletişim sektöründe, madenlerimizin bulunup işletilmesinde ciddi görevler üstlenmektedir. Dolayısıyla ülke sanayisinin, tarımının, doğal çevrenin, ormanlarımızın, tarihi kültürel varlıklarımızın korunması, geliştirilmesi ve gelecek kuşaklara taşınmasında da asli sorumlardır.

Bütün bu hizmetler bir bütün olarak düşünüldüğünde ülkemizin kalkınmasının, halkımızın gönenç içerisinde yaşamasının, mühendislik, mimarlık, şehir plancılığı hizmetlerine verilen önemle doğru orantılı olduğu açıkça ortadadır.

Bu gerçekliğe karşın, ülkemizde ne yazık ki, mühendislik, mimarlık ve şehir plancılığı hizmetlerine verilen önem giderek azalmaktadır. Özellikle özelleştirmeye, piyasalaştırmaya, kuralsızlaştırmaya dayalı neoliberal politikalarla sanayi tesislerimiz, enerji santrallerimiz, iletişim alt yapımız, demir-çelik ve petro kimya tesislerimiz, tarıma dayalı kuruluşlarımız haraç mezat satılırken ülkemiz mühendislik alt yapısı da aşındırılmıştır. Elde kalan az sayıdaki kuruluş da idari bütünlükleri parçalanarak ve serbestleştirme uygulamalarıyla etkisizleştirilmiştir.

Tüm alanlarda ithalata ve fason üretime, taşeronlaşmaya, kamu ve halka ait arazi ve mülklerin yağmalanmasına dayalı rant eksenli bir ekonomi inşa edilmiştir,

Meslek uygulama alanlarımızda yürüttüğümüz kamusal birçok hizmet ticarileştirilmiş, mesleğimizin toplumsal hizmet niteliği aşındırılmıştır.

Kalkınma ve planlama anlayışının tümüyle terkedilmesi, izlenen üretimden yatırımdan kopuk politikalar, bilim ve teknolojiye, teknolojik atılımlara gerekli desteğin verilmemesi, bu alanlardaki dışa bağımlılığın daha da pekiştirilmesi, meslektaşlarımızın toplumsal etkinliğini azalttığı gibi, içinde yaşadığımız toplumun yaşam standartlarını da kötüleştirmektedir.

Tüm bunların yanı sıra üretim-yatırım-eğitim ve istihdam planlamasından kopuk bir şekilde, alt yapısı ve akademik kadrosu oluşturulmadan açılan üniversiteler mühendis sayısının hızla artmasına ve özellikle genç mezunlar arasında derin bir işsizlik sorununun ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Bu süreç günümüzde asgari ücretle, esnek ve güvencesiz biçimde istihdam edilen mühendisler gerçeğini ortaya çıkarmış, çalışma koşullarının giderek ağırlaşması, örgütsüzlük, yetersiz ücret, işsizlik tehlikesi, sigortasız çalıştırılma, mobing, insan onuruna yaraşır emeklilik sürecini yaşayamama meslektaşlarımızın ortak ve yaygın sorunu haline gelmiştir.

Krizde yoğunlaşan işsizlik tehdidi ile yeni mezunların tecrübesizliği daha kolay suiistimal edilmekte ve çalışma hayatına devam eden meslek mensuplarımız daha düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalmaktadır.

Ülkemiz, halkımız, mesleğimiz ve geleceğimiz için çıkış yolu bellidir.

Öncelikle ve ivedilikle ülkemiz kaynaklarının rant ve talan ekonomisi ile heba edilmesine artık daha güçlü bir şekilde dur demek gerekmektedir.

Ülkemizin kaynakları, küresel güçlerin baskısından bağımsız bir şekilde değerlendirildiğinde, bilimi ve teknolojiyi esas alan, AR-GE ve inovasyona ağırlık veren, yerli yatırımcıyı özendiren ve koruyan, devletin ekonomideki yönlendiriciliğini artıran, dış girdilere bağımlı olmayan, öznesine sosyal devlet anlayışını oturtan, istihdam odaklı ve planlı bir kalkınmayı öngören politikalar uygulandığında, durum değişecektir.

Planlama, sanayileşme ve kalkınmada halkçı, toplumcu bir model ve bağımsız bir siyasi irade ile bunu gerçekleştirmek olanaklıdır

  • Mühendis, Mimar ve Şehir Plancılığı Eğitimi

1980’li yıllardan ekonomik ve sosyal alanlarda yürütülen yapısal değişim programları sonucu ülkemiz sanayisizleşirken, sanayi mühendissizleşmekte; planlama kentsel rantın yeniden üretimi için araçsallaştırılırken, mühendisler, mimarlar ve şehir plancıları kaliteli ve nitelikli bir eğitim alamamaktadır. İzlenen tutarsız ve hukuksuz politikaların önünde engel olarak görülen nitelikli planlama, mimarlık ve mühendislik hizmetleri kısıtlanarak bu hizmetlerin üretim süreçleri kısa zamanda ve çok sayıda yapı üretilmesi baskısıyla karşı karşıya bırakılmaktadır. Ülkemizin yükseköğrenim sistemi incelendiğinde kurumsallaşma ve planlama konularında bilimsel ölçütlerin göz önüne alınmadığı görülmektedir.

Mühendislik, mimarlık ve şehir planlama eğitimi 160’tan fazla üniversitede verilmektedir. Her yıl yaklaşık 60.000 yeni mezunun iş hayatına başlamaktadır. 2022 yılı sonunda TMMOB’nin yaklaşık üye sayısının 660.000’i aşmıştır. Bu durum ciddi bir işsizlik sorununu da beraberinde getirmektedir. Meslek alanlarımızda işsizliğin % 20, eğitim aldığı alan dışında çalışanların %25 oranlarında olduğu tahmin edilmektedir.

Üniversitenin ilgili bölümlerinden mezun olanların iş bulamadıkları ya da eğitim aldıkları alanda çalışmadıkları görülmektedir. Yüksek orandaki işsizliğin ve alan dışı çalışmanın altında yatan gerçeğin, bilimsel gereklere ve ülke gerçeklerine göre belirlenmeyen yükseköğrenim programlarının olduğu açıkça ortadadır. Ayrıca, Meslek mensubu sayısının artması, işsizlik oranlarının yükselmesi ve ücret politikaları çalışma yaşamını olumsuz yönde etkilemekte, emek ile orantılı ücretin alınamamasına yol açmaktadır.

Çağdaş koşulların sağlanması ve yeterli altyapının oluşturulması, yükseköğrenimin, ama en başta mühendislik, mimarlık ve şehir plancılığı bölümlerinin en büyük problemidir. Ülkemizde altyapısı hazırlanmadan programlar, bölümler, fakülteler hatta üniversiteler açılmaktadır. Mühendisler laboratuvarsız, öğretim üyesi eksik ve yetersiz bölümlerde eğitim görmektedir. Mimarlık okulları sayısının yanı sıra okullar arasında eğitim öğretim geleneği, eğitimin düzeyi, öğretim elemanı nitelik ve nicelikleri, mekânsal, sosyal ve teknolojik olanaklar açısından eşitsizlikler ve farklılıklar hızla artmaktadır. Üniversite eğitiminin kalitesi, ülkemiz üniversitelerinde her geçen gün düşmekte, bölümlere yerleşen öğrencilerin arasındaki puan farkları giderek artmaktadır.

Ulusal ve uluslararası derecelendirme kuruluşlarının; makale sayısı, öğretim üyesi başına düşen makale sayısı, atıf sayısı, öğretim üyesi başına düşen atıf sayısı, toplam bilimsel doküman sayısı, öğretim üyesi başına düşen toplam bilimsel doküman sayısı, doktora mezun sayısı, doktora öğrenci oranı, öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı gibi kriterlerin puanlanması ile oluşturulan sıralamada, dünya üniversiteleri arasında son dönemlerde ilk 500’de ülkemizden herhangi bir üniversite listeye girememektedir.

12 Eylül zihniyetinin bir yansıması olan YÖK ile birlikte üniversitelerimizin özerkliğin tamamen ortadan kaldırılmış, özgür ve bilimsel düşüncenin yuvaları olması gereken üniversitelerimizde araştırmaya, sorgulamaya, tartışmaya yer vermeyen ezberci bir eğitim/öğretim hâkim kılınmıştır. Akademik ve bilimsel içerikten yoksun hale getirilen üniversitelerimiz, hiçbir plan ve programa dayanmayan politikanın sonucu olarak sayılarının artırılması ile bugün adeta birer meslek okuluna dönüştürülmüştür.

TMMOB, üniversitenin sorunlarını; mühendislik, mimarlık ve şehir plancılığı eğitiminden; bu eğitimin sorunlarını da mesleklerimizin sorunlarından ayrı değerlendirmemektedir. Eğitimin başlangıcından itibaren tüm sorunlar, mesleklerimizin icrasını etkilemekte; kötü icra, alana özgü olarak işveren çevrelerince de tartışılmakta ve mesleki erozyona yol açmaktadır.

Mesleklerimiz, insan odaklı mesleklerdir. Meslek odaklarımız değiştirilmek istenmekte, buna bir de eğitimdeki kalite sorunu eklenince sorunun boyutu katlanarak büyümektedir. Meslek eğitimleri kaliteli, özel beceriler kazanılması gerektiren, insana hizmet odaklı, özel bir eğitim sürecine sahip olmalıdır. Bu eğitimleri veren üniversitelerin donanım, kalite, altyapı yetersizliği gibi sorunlarının bulunması; mesleğin uygulamalarında yanlış, kusurlu, yetersiz ürün kullanımı ve uygulamaları sonucunu doğurmaktadır. Bu durum insan odaklı olan mesleklerimizin doğal ve kültürel çevrenin tahribine, insan sağlığının risk altına sokulmasına ve hatta ortadan kaldırılmasına, toplumsal yaşamın dönülemez zararlara uğratılmasına kadar varan sonuçlara neden olabilmektedir.

Bu tespitler ışığında;

  • YÖK tüm kurumlarıyla kaldırılmalı, Üniversiteler Arası Kurul ve üniversiteler, özerk ve demokratik bir anlayış temelinde yeniden düzenlenmeli, üniversitenin bütün bileşenlerinin yönetim ve karar sürecine katılmaları güvenceye alınmalıdır. Üniversitenin üç temel bileşeni olan öğretim üyeleri, öğrenciler ve üniversite çalışanlarının üniversite yönetimine katılmaları sağlanmalıdır.
  • Sosyal devlet anlayışı gereği üniversiteler; bilimsel araştırma yapmak, bilim ve bilim insanı üretmek, öğretim yoluyla bireylere uzmanlıklar kazandırmak ve temel bilimsel normların sürekliliğini ve geliştirilmesini sağlamak amacı taşımalıdır.
  • Üniversite eğitiminin kişinin, toplumun çıkarlarını gözetecek ve geliştirecek temelde ve bilimsel yeniliklerin ışığında yeniden planlanması gereklidir. Eğitim, istihdam ve üretim ilişkilerinin planlı bir şekilde ele alınması sağlanmalı, bu sayede mesleğe karşı yabancılaşmanın ve mesleki körelmenin önüne geçilmelidir.
  • Gerek mesleğin icrasında gerekse bilinçli yurttaş olma açısından, olası doğal riskler ve korunması gereken doğal alanlar konusunda farkında olmak için, şehir planlama, mimarlık ve mühendislik bölümlerinde başta olmak üzere tüm bölümlerde, temel mesleki eğitim müfredatının içine mekânın doğal niteliği/ekosistem bilgisi dersi eklenmelidir. 
  • Çok sayıda niteliksiz mimar, mühendis  ve şehir plancısı yetiştirmek ve yine çok sayıda donanımsız üniversite ve bölüm açmak yerine, ülkenin gereksinim duyduğu nitelikte elemanlar yetiştirilmeli; yine gereksinim doğrultusunda yeterli eğitim kadrosu ve kütüphane, derslik, laboratuar, yurt vb. alt yapısı tamamlanmış kuruluşlar oluşturulmalı; şimdiye kadar açılmış bulunan üniversitelerin eğitim düzeyi artırılmalı, kalite eşitsizliği ortadan kaldırılmalı, oluşturulacak kalite standartları doğrultusunda denetimler yapılmalıdır.
  • Bilimsel araştırmalara yeterli kaynak ayrılarak, Ar-Ge faaliyetlerinin önü açılmalı, sanayinin bu alanlara yatırım yapması sağlanmalı ve ihtiyaç duyduğu anda üniversitelerin projelerini satın alması engellenmelidir.
  • Ülkemizde verilen lisans diplomalarının uluslararası düzeyde tanınması sağlanmalıdır.
  • Eğitim her kademede eşit ve parasız olmalıdır.
  • YÖK’ün eğitim programlarına müdahalesi nedeniyle azalan uygulamalı dersler açığı, TMMOB ve ilgili kurum ve kuruluşların birlikte çalışmalarıyla kapatılmalıdır.
  • Genel bütçeden eğitime aktarılan pay yeterli seviyeye getirilmeli ve üniversite bütçelerinde bilimsel araştırmalara ayrılan pay artırılmalıdır. Harç, ikinci öğretim, yaz okulu gibi paralı uygulamalar kaldırılmalıdır.
  • TMMOB ve bağlı Odalar, üniversitelerde yeni mühendislik, mimarlık ve şehir planlama ile ilgili yükseköğrenimin planlanmasında, yeni fakülte ve bölümlerin açılmasında, bölümlerin kapatılması ve yeniden yapılandırılmasında, eğitim programlarının oluşturulmasında, kontenjanlarının belirlenmesi süreçlerinde yer almalıdır. Mesleklerini icra eden mühendis, mimar ve şehir plancılarını izleyen ve sicillerini tutan tek kurum olan TMMOB’nin üyelerine yönelik tüm tasarrufları dikkate alınmalıdır. 
  • Yetkin/Yetkili Mühendislik

Ülkemizde çok sayıda üniversitede farklı statüdeki çok sayıda fakültelerde mühendislik, mimarlık ve şehir plancılığı eğitimi verilmektedir. Üniversitelerde mühendislik, mimarlık veya şehir plancılığı eğitimi alan kişiler, mezun oldukları günden başlamak üzere, 3458 sayılı “Mühendislik ve Mimarlık Hakkında Kanun” hükümleri gereği, mühendislik, mimarlık veya şehir plancılığı hizmeti verme hakkına sahip olmaktadırlar.

Bilindiği gibi mühendislik ve mimarlık etkinlikleri ile ilgili temel kaygı, bu etkinliklerin toplumun güvenliği ve sağlığını ön planda tutarak gerçekleştirilip gerçekleştirilmediği hususudur. Mühendis ve mimarların verdiği hizmetlerin riski doğrudan topluma yansımaktadır. Ülkemizin ve dünyanın yakın tarihi bu risklerin ağır bedellerinin toplum tarafından ödenmesi örnekleri ile doludur. Dolayısıyla, her şeyden önce toplumsal bir hizmet sunan mühendisler ve mimarlar bu hizmetleri verebilecek yeterli bilgi ve deneyime sahip olmak, mesleklerinde uzmanlaşmak zorundadırlar.

Ülkemizde bu konuda TMMOB yasası dışında açık bir düzenleme bulunmamaktadır. TMMOB yasasının amaç maddesinde “mesleğin genel menfaatlere uygun olarak gelişmesini sağlamak”, “meslek disiplinini ve ahlakını korumak için bütün teşebbüs ve faaliyetlerde bulunmak” görevi TMMOB’ne verilmiştir. Bu madde yetkili/yeterli mühendis düzenlemeleri konusunda TMMOB ve bağlı odalara belirli yetkiler tanısa da “17 Haziran 1938 tarihli ve 3458 sayılı Mühendislik ve Mimarlık Hakkındaki kanundan dolayı” yeterli uygulama alanı bulamamaktadır. Bu yasaya göre, mühendislik ve mimarlık unvanı ve salahiyeti ile sanat icra etmek için mühendislik ve mimarlık tahsiline dayalı diploma sahibi olmak gerekli ve yeterlidir. Bir mühendis veya mimar diplomasını alır almaz kendi alanı ile ilgili her türlü mesleki etkinlikte sınırsız bir yetkiyle donatılmaktadır.

Oysaki örgün eğitim kurumlarında verilen eğitim zaman içinde atıl bilgi haline gelmekte ve yetersiz kalmaktadır. Bu konuda yapılan araştırmalar sonunda aşağıdaki sonuçlar elde edilmiştir.

  • Mezuniyet bilgisinin %5’i her yıl eski ve geçersiz hale gelmektedir.
  • Çağdaş ve rekabet edilebilir standartlara erişebilmek için her çalışan kişi zamanının %15’ini bilgisini tazelemeye ayırmalıdır.
  • Çalışma hayatı boyunca kendi alanında hiçbir kursa katılamayanlar 45 yaşında bütün gelişmelerin ardında kalacaktır.

Hal böyle iken, 3458 sayılı Mühendislik ve Mimarlık Yasası eğitimi yeterli olsun veya olmasın geçerli diplomaya sahip her mühendisin veya mimarın mesleki etkinlikte bulunmasına olanak sağlamaktadır.  

Gelişmiş ülkelerde mühendislik ve mimarlık lisans eğitimi, “ meslek yaşamı boyunca sürecek meslek içi eğitime olanak sağlayacak temel bilimsel eğitim olarak” tanımlanmakta ve akademik programlar bu tanım çerçevesinde şekillendirilmektedir. Mühendise kendini geliştirip, özgürce tasarlayabileceği yeni şeyler öğrenebileceği temel bilgiler verilmektedir.

Bu ülkelerde bir mühendis veya mimarın diplomasını alır almaz uzmanlık gerektiren konularda mesleki etkinliklerde bulunması söz konusu değildir. İlgililer çalışacakları alana göre, lisans eğitimi sonrasında uygulamaya yönelik ek eğitimlere tabi tutulmakta, yeterlilikleri ve mesleki gelişimleri belgelenmekte, izlenmekte ve denetlenmektedir.

AB ülkelerinde tüm alanlarda sürekli eğitim veren 3.000 adet merkezin bulunduğu ve bu eğitim için yılda 30 milyar ECU civarında bir harcama yapıldığı belirtilmektedir. Bilgilerin güncelleştirilmesi ve gelişmelere daha çabuk ve kolay adaptasyon olanakları yaratılması için sürekli eğitim merkezleri bir zorunluluk haline gelmektedir.

Diğer yandan, mühendislik uygulamalarındaki, bilgi ve deneyim eksikliğinin binlerce cana ve katrilyonlarca kaynağa mal olan yıkıcı sonuçları, depremlerde, iş kazalarında, yangınlarda, doğal çevrenin tahribinde, endüstriyel kazalarda yaşayarak görülmektedir. Bu felaketler meslek alanlarımızda uzmanlaşmaya ve mesleki denetime yönelik girişim ve düzenleme arayışlarımızın ne denli önemli olduğunu bir kez daha gözler önüne sermektedir.

Bu gerekçelerden hareketle 2005 yılında, Birliğimiz koordinatörlüğünde ilgili meslek Odalarımızın da katılımıyla “YETKİN TEKNİK ELEMAN KANUNU TASARISI TASLAĞI”  hazırlanarak ilgili kurumlarla paylaşılmıştır. Ancak hazırlanan Kanun taslağı dönemin iktidarı tarafından yasalaştırılmamıştır.

 

  • Kentleşme Politikaları

Nüfus artışı ile belli noktalarda yoğunlaşan insan topluluklarının zanaat ve ticaretle gelişip farklılaşması, çeşitlenmesi, örgütlenme ve uzmanlaşmanın yaygınlaşması, etik, kimlik, kavram ve kurallarının oluşumu kenti tanımlar. Kent, bu davranışları kentliye ve çevresine sunan yaşam alanıdır. Bilimsel teknik gelişme ve sanayileşme kentleşmenin artmasına, kenti tanımlayan özelliklerin yoğunlaşmasına neden olur. Toplumların kültürel, siyasi, ekonomik ve toplumsal yaşamlarında, ilişki biçim ve türlerinde köklü değişimler yaratır. Bu özellikleriyle kentleşme, gelişmişlik düzeyinin önemli bir göstergesidir.

Toplumların ekonomik, siyasi, kültürel ve sosyal yaşamlarında ortaya çıkan ve köklü değişmeleri içeren kentleşmeye paralel olarak ekonominin kaynak dağılımında bir değişim, gelişme, sanayileşme, ekonomik büyüme ve benzeri olgularda karşılıklı etkileşim gözlenmektedir. Bu süreçte kırsal alanda çözülme gerçekleşirken, kentlerde yoğunlaşma ortaya çıkmaktadır.

Günümüzde kentleşme süreci ile birlikte ön plana çıkan toplumsal ve ekonomik yaşama ilişkin kaynak kullanımı ve büyüme sorunlarının mekânsal boyutunda, merkezi ve yerel yönetimlerin siyasi istismara dayalı uygulamaları, tarım alanlarının, orman alanlarının ve yeşil alanların imara açılması, kamusal alanların özelleştirilmesi, yeni dünya düzeni olarak özetlenebilecek liberal politikalar ve rant ekonomisi belirleyici nitelikte olup gerçek anlamda planlama reddedilmektedir.

Bugün Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerdeki kentleşme sürecinde ekonomik, teknolojik, siyasal, sosyo-psikolojik nedenlerin yanı sıra ekonomik cazibe merkezi haline gelen kentler ve çevreleri, kırsal alandan akın eden milyonlarca kişinin yerleştiği bölgeler olmuş, hızlı ve plansız göç kent kimliğinin oluşmasını olumsuz yönde etkilemiştir.

Kentlerde hızla artan nüfus, hiçbir planlaması olmayan merkezi iktidarların yönetimindeki kentlerde çözümsüz sorunlar yaratmaktadır. Özellikle kentsel altyapının yeterince geliştirilmemesine bağlı olarak sosyal, kültürel alanlar, parklar, gar, çöp toplama alanları, küçük ve organize sanayi bölgeleri ve benzeri alanların yetersizliği çevre sorunlarının çözülememesi yaşanan sorunların gerekçelerini oluşturmaktadır.

Hızla büyüyen kentlerde konut gereksiniminin karşılanamaması aşırı gecekondulaşma vb. olgular sonucu çarpık ve sağlıksız bir kentleşme oluşmaktadır. Ekonomik, siyasal nedenlerle göç sonucu kentlerde düzensiz ve hızlı nüfus artışı konut, su, enerji, kanalizasyon, atık toplama gibi altyapı hizmetlerinin yanı sıra, eğitim, sağlık, kültürel hizmetlerin yetersiz kalmasına neden olduğu gibi yaşam maliyetini de arttırmaktadır.  

Buna ek olarak az gelişmiş bölgelerdeki insan ve sermaye kaynaklarının bölge dışına, kentlere yönelmesi merkezi karar organlarının kentlerin gelişme sürecinde etkin bir rol üstlenen faktörleri yanlış yönlendirilmesi de bölgesel dengesizliklerin ortaya çıkmasına neden olmakta ve dengeli kalkınmayı önlemektedir. Ayrıca göç olgusu bölge pazarının daralmasına varolan yatırımların işlevsiz kalmasına ve gelişme dinamiklerinin yitirilmesine neden olarak geri kalmışlığı pekiştirmektedir.

  • Kaçak Yapılaşma

Ülkemizde özellikle  1950 sonrasında, ithal ikame sanayinin benimsenmesi ile başlayan kırdan kopuş sürecinde göç ve aşırı nüfus artışının etkisiyle büyük kentlerimizde arsa ve konut talebi hızla artarken devlet toplumun barınma ihtiyacını karşılama görevinden imtina etmesiyle göç ile ortaya çıkan barınma sorunu ile başlayan  gecekondu olgusu giderek kaçak kentlere dönüşmüştür.

İmar  ve yapılaşmaya ilişkin yasalar, kentsel arsa ve konut üretimine ilişkin politikalar ve kaynak üretme araçları ile yeterince desteklenmemiş; mevzuatın biçimlediği merkezi ve yerel kurumsal yapılanmalar, kentlerimizde imar ve yapılaşma konularında nicelik ve nitelik olarak karmaşıklaşan sorunların büyüklüğü ve çeşitliliği ile orantılı/uyumlu arsa ve konut üretim süreçlerinin geliştirilmesi konusunda çok yetersiz kalmıştır.

1930‘larda kaçak yapılaşmanın ilk örnekleri olarak Ankara‘da ortaya çıkan gecekondu, başlangıçta kente göç eden alt gelir gruplarının, yasal çerçevede karşılanamayan konut sorunlarına bir çözümde salt barınma amacına yönelik olarak, plan dışı alanlarda ve kamu arazileri üzerinde yapılan tekil yapılar olarak gündeme gelmiş, ancak 1950 sonrasında büyük kentlerde yaygınlaşmaya ve kent makro formlarında  hâkim görüntüler oluşturmaya başlamıştır.

Bu dönemde yasal ve kurumsal zaaflarla birlikte, ülkenin içerisinde bulunduğu siyasi ve ekonomik ortamın popülist politikaları ve uygulamaları besleyen yapısı, imar ve yapılaşma konularında ihmallerin, ihlallerin ve kaçak uygulamaların hızla artmasına yol açmıştır.

Barınma amaçlı gecekondu ile başlayan kaçak yapılaşma, özellikle 1980 sonrasında nitelik değiştirerek kentsel rantlardan pay kapma güdüsü içerisinde alternatif bir sektör haline gelmiştir. Kaçak yapılaşmanın kapsamı gecekondudan lüks konut, alışveriş merkezi, sanayi, depolama, tarım ve turizm yapılarına kadar çeşitlenen bir yelpaze içerisinde tüm sektörlerde yaygınlaşan toplumsal bir hastalık düzeyine ulaşmıştır.

Hazine arazilerinin işgaliyle başlayan kaçak yapılaşma bugün artık tarım alanlarına, içme suyu havzalarına, kıyılara, ormanlara, meralara, yaylak ve kışlaklar ile tüm doğa koruma alanlarına doğru genişlemiş, konuttan ticarete, sanayiden yat limanlarına, otelden gökdelenlere her türden yapıyı da kapsamış durumdadır.

Kontrolsüz ve denetimsiz gelişen yerleşme birimlerimiz ve özellikle büyükşehir statüsü kazanmış olan kentlerimiz ise yetersiz altyapıları ve kaçak yapı stokları ile büyük risk havuzları oluşturmaktadırlar.

  • İmar Afları

Kaçak yapılar en basit ifadeyle yapı güvenliği olmayan, planlama, mimarlık ve mühendislik süreçlerinden geçmemiş, teknik olarak sağlık ve güvenlik koşulları belirsiz yapılardır.

Planlama, mimarlık ve mühendislik süreçleri; imar planına uygun olarak üretilen mimarlık ve mühendislik projelerinin (inşaat aşamasından iskân aşamasına kadar) teknik ve hukuki kontroller yapılarak uygulanmasını ifade eder.

Yukarıda da ifade edildiği üzere başlangıçta masum bir barınma ihtiyacı olarak başlayan kaçak yapılaşma, 1970’li yıllardan sonra spekülatif amaçlı sistemli arazi işgaline, 1980’lerden itibaren de neredeyse “kaçak kentler” sorununa dönüşmüş, adeta geçerli yapılaşma sistemi haline getirilmiştir.

Kaçak yapı sadece kaçak yapı sahibini değil toplumu etkiler. Kaçak yapılaşmanın sonuçları itibarıyla tüm toplumu etkileyecek nitelikte olması, imar affı düzenlemesini de tüm yurttaşların/toplumun sağlığı, can ve mal güvenliğini doğrudan ilgilendiren/etkileyen halk sağlığı/güvenliği sorunu haline getirmektedir.

Ancak hemen her  seçim döneminde çıkarılan imar aflarıyla, planlama esaslarına, şehircilik ilkelerine, kamu yararına ve imar mevzuatına ve mimarlık- mühendislik sürecine uygun, afete dayanıklı, insan ve çevre sağlığını gözeten, yaşanabilir kentlere karşı; mimarlık ve mühendislik süreçlerinden bağımsız olarak üretilmiş, sosyal donatısız, açık ve yeşil alan sistemlerinden yoksun yapılaşma adeta teşvik edilmekte; kentlerden yaylalara, tarım alanlarına; kıyılardan ormanlara yayılmış, doğal, tarihi arkeolojik varlıklarımız talan edilmektedir.

İçerikleri ve kapsamları, dönemin koşulları nedeniyle farklılık gösterse de siyasi iktidarların imar aflarına ilişkin iki temel ve değişmez söylemi vardır;

  • Milli servet bahanesiyle mevcut kaçak yapıları bağışlamak,
  • İmara aykırı yapılaşmaya “nokta koymak” ve “kesin bir dille” yasaklamak.

Oysa bu söylemin ardındaki gerçek oluşan ekonomik ve siyasi rantları sahiplenmektir. Araştırmalar göstermektedir ki, şimdiye kadar çıkarılan her imar affı yasası, kaçak yapılaşmayı daha da arttırmış ve sadece kendi kulvarında gelişmesi için gereksinim duyduğu dönüşüme katkı sağlamıştır.

Kaçak yapılaşma süreç içerisinde, kentte oluşan ranta, yaratılan spekülasyonlar yoluyla el koyma mücadelesinin bir aracı haline gelmiştir.

İlk imar affından bugüne;

  • İmar aflarının özendirici, cesaretlendirici niteliği,
  • Siyasi iktidarların siyasi çıkarları ile pekişen rant beklentileri,
  • Bu zeminin liberal/neoliberal politikalar ile beslenmesi,
  • Toplum sağlığının ve güvenliğinin hiçe sayılması,
  • Deprem ülkesi olduğumuz gerçeğine rağmen bu sorunun yaşanan depremlerden sonra atılan hamasi nutuklarda kalması değişmemiştir.

Mevcut iktidarın  2018 yılında bütçe açıklarını kapatmak için yürürlüğe koyduğu imar affı ise hiçbir ön koşula dayandırılmaması, mühendislik ve mimarlık hizmeti almamış tüm yapıların herhangi bir kontrol mekanizması olmaksızın, sadece mal sahibinin beyanı ile kayıt altına alınmak suretiyle yasallaşmasına olanak tanıması nedeniyle en kapsamlı ve en tehlikeli imar affı olmuştur.

Uygulama sonrası Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum, imar barışı kapsamında Türkiye genelinde toplam 7.085.969 adet Yapı Kayıt Belgesi verildiğini, bunların 5.848.927 adedini konutların oluşturduğunu ve bu kapsamda 25 milyar 592 milyon TL’nin toplandığını açıklamıştır. Aynı şekilde bizzat AKP Genel Başkanı tarafından, deprem bölgesinde bulunan ve en çok kaybın yaşandığı Kahramanmaraş’ta 144.556 ve Hatay’da 205.000 yapının imar barışı kapsamında affedildiği açıklanmıştır.

Toplanan meblağın, ülkedeki yapı stokunu güvenli hale getirmek için harcanıp harcanmadığına dair kamuoyuna aktarılan bir bilgi yoktur.

Depremden etkilenen illerimizin her birinde ve ilçelerinde imar affı kapsamında kaç binaya yapı kayıt belgesi verildiğine ve bu binaların kaçının depremde yıkıldığına, kaçının ağır hasarlı/orta hasarlı/hafif hasarlı olduğuna ilişkin bir bilgi de yoktur.

Ne yazıktır ki üç kuruşluk gelir ve siyasi rant devşirmek adına yurttaşlarımızın evlerinin kendilerine mezar olmasına ve on binlerce yurttaşımızın yaşamını yitirmesine sebep olunmuştur.

 

KENTSEL DÖNÜŞÜM UYGULAMALARINDA TOPLUMSAL YARAR İLKESİ ve BİLİMSEL GEREKLİLİLİKLER ESAS ALINMALIDIR

İçerisinde bulunduğumuz coğrafi koşullar sonucu sıklıkla yaşanan doğa olayları, hazırlıksızlık ve ihmaller nedeniyle afetlere dönüşmektedir. Ülkemiz coğrafyasının barındırdığı riskler bilinmesine rağmen merkezi ve yerel kamu otoritelerinin bilimden uzak, piyasa koşullarına teslim olmuş ucuz popülist yaklaşımları neticesinde afetler, her seferinde tüm ülkeyi derin üzüntüye boğan can, mal ve doğal alan kayıplarına sebep olmaktadır.

  • Yakın zamanda yaşanan Bingöl, Van, Elazığ ve İzmir Depremleri,
  • Doğu Karadeniz’de İstanbul’da ve Ankara’da neredeyse her yıl, yakın zamanda ise Kastamonu, Sinop ve Bartın illerinde oluşan ve can kayıplarına da neden olan seller,
  • Geçmiştekilerden daha büyük olarak Ege ve Akdeniz bölgelerinde hektarlarca alanı etkileyen orman yangınları,
  • Son olarak 6 Şubat’ta yaşanan Kahramanmaraş merkezli depremler,

her defasında merkezi ve yerel idarelerin izlediği yanlış politikalar sonucu afete dönüşmüş doğa olaylarıdır.

Yaşanan her afetten sonra yaraların sarılmasından bahsedilirken, afetlere karşı kayıpları önleyici tedbirler hiçbir şekilde gündeme gelmemektedir. Hatta daha yaşanan afetin bıraktığı acı izler silinmeden bu afetlerin can ve mal kaybına sebep olmasında en önemli etken olan bilimsel ve teknik ilkelere dayanmayan, arazi rantını, siyasi ikbali önceleyen piyasacı ve popülist eylemler yeniden ve birer birer hayata geçirilmektedir.

Afetlerde doğrudan sorumluluğu bulunan kurumlar ve siyasi aktörler ise topluma hesap vermek yerine sorumluluklarını gizlemek için bilimsel dayanaktan yoksun söylemlere sığınmaktadırlar. Özellikle son yıllarda yaşanan felaketlerden sonra yapılan her yasal düzenlemede, doğa ve kamu yararını koruma konusunda sürekli geri gidilmekte, sermaye çıkarlarını gözeten uygulamalara fütursuzca devam edilerek yeni felaketlere çanak tutulmaktadır.

17 Ağustos 1999’da yaşadığımız Marmara Depremi sonrasında çıkarılan 4708 sayılı Yapı Denetimi Kanunu bunlardan biridir.

Denetçi mühendis ve mimarların alacağı ücret, iş akdi, mesleki sorumluluk sigortası ve mesleki bağımsızlığına ilişkin bir ibarenin dahi bulunmadığı Yapı Denetim Kanunu ile devletin asli ve sürekli görev alanı olan yapı denetimi alanı, yani kamunun can ve mal güvenliği ticarileştirilerek yapı denetim şirketlerine havale edilmiştir. Yer seçiminden planlamaya, yapı tasarımından üretimine, yapı üretiminden kullanım aşamasına kadar kamu otoritelerinin denetiminde işlemesi gereken süreçler denetimi ortadan kaldıran bir biçimde birbirinden koparılmıştır. Özelleşen her kamu görevinde olduğu gibi yapı denetimi de sermaye ile ilişkilenerek hızla yozlaşmış ve işlevsizleşmiştir.

Van depremi sonrasında ise afet ve risk maskesiyle tüm ülke topraklarını hiçbir kurala ve koşula bağlı olmaksızın ranta açan 6306 sayılı "Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun" çıkartılmıştır. Ancak kentsel dönüşüm uygulamaları, Kanunun gerekçesi olarak gösterilen riskin büyük olduğu bilinen bölgelerde değil, rantın yüksek olduğu yerlerde ya da kamuya ait alanlarda gerçekleştirmiştir.

Kentlerdeki afet riskini azaltma amacıyla geliştirildiği ifade edilen yasaları, lüks yaşam ortamları yaratan projeler için kullanmak, büyük kent dokularında yaşayan yoksul çoğunluğu depremde ölüme terk etmekten öte bir anlam taşımamaktadır.

Bugün içinde yaşadığımız kentlerin mekânsal ve çevresel bağlamda  niteliksiz yapılaşmasının; sağlıksız büyümesinin;  barınma, altyapı, ulaşım, enerji, sağlık, eğitim, kültür ve çevre, konularında sorunlar yaşamasının; deprem, sel, heyelan ve yangın gibi afetlere hazırlıklı olmamasının; ardında piyasa güçlerini kent politikalarının belirlenmesinde tek hakim güç olarak gören siyasal yaklaşımlar yatmaktadır.

Kentsel yaşam kurgulanırken, kent planlamanın yararlandığı mühendislik bilimleri üzerinden üretilen verilerden uzak düşerek ve yeni sorunlar yaratarak barınma sorunu çözülemez!

Barınma anayasal bir haktır ve gerekirse kamu kaynakları kullanılarak, bilim ve teknikten kopmadan çözüm üretilmelidir!

Bugüne kadar uygulanan yanlış politikalarla yaşam standartları düşen kentlerimizin, artık artan yoğunlukları kaldıracak durumu kalmamıştır!

Ülkemiz bütçesinden kamusal yararı tartışmalı büyük projelere, lüks konut projelerine, doğayı tahrip eden projelere hem yerel hem de merkezi yönetimlerce milyarlarca lira para aktarılırken her nedense söz konusu kentlerimizde acilen yapılması gereken yapı envanteri çalışmaları için, afet dirençli kentlerin oluşum süreçleri için kaynak bulunamamaktadır.

Bu noktada kamuoyunu doğrudan ilgilendiren, mekânsal dönüşümle birlikte toplumsal dönüşümüne de yol açan "kentsel dönüşüm" konusunda,  mühendis, mimar ve şehir plancılarının örgütü Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği olarak "Kentsel dönüşüm olmalı, ama nasıl olmalı?" sorusuna verdiğimiz yanıtları tekrar paylaşma gereği duyuyoruz.

 TMMOB Kentsel Dönüşümün Temel İlkeleri

  1. Sağlıklı ve yaşanabilir bir kentsel çevre oluşturulabilmesi için, kent planlama disiplini içinde geliştirilmiş olan tüm planlama ilkeleri ve kuralları ile mühendislik ve mimarlığın bilimsel ve teknik gereklilikleri planlama disiplininin bir parçası olan kentsel dönüşüm uygulamaları açısından da vazgeçilmezdir. Bu nedenle, geliştirilen tüm projelerde, kamu yararı ilkesine ve mühendislik, mimarlık ve planlama ilkelerine ayrımsız biçimde uyulmalıdır.
  2. Kentsel dönüşüm, kentsel yenileme ve sağlıklaştırma çalışmaları için, mühendislik, mimarlık ve şehir planlama disiplinlerinin teknik, bilimsel ve yasal gereklilikleri ile teknik ilkelerini esas alan, genel ilkeler belirlenmelidir. "Kentsel dönüşüm alanı" ilan edilmeden önce, "kentsel yenileme", "kentsel sağlıklaştırma" gibi hangi müdahale biçiminin uygulanacağının belirlenebilmesi için; öncelikle, deprem, yapı niteliği, taşkın, heyelan vb risk altındaki alanlar; yapı güvensizliği olan ve eskimiş (kentsel mekânın niteliksizliği) kent bölgeleri; doğal, tarihi, arkeolojik, kültürel niteliğe sahip alanlar; kent kimliği açısından önemli alanlar belirlenmelidir.
  3. Kentsel dönüşüm uygulamalarıyla fiziksel, sosyal ve ekonomik açıdan sağlıklı ve yaşanabilir bir çevre oluşturulabilmesi amaçlarının bütünsel olarak gerçekleştirilebilmesi için öncelikle sürece katılacak tüm aktörlerin yer aldığı örgütlenme biçimi oluşturulmalı ve finans kaynakları tarif edilmelidir.
  4. Geliştirilen projelerde toplumsal, fiziksel, doğal, çevresel ve ekonomik koşullar birlikte ele alınmalı, proje alanlarına yönelik planlama kararları kent bütününe yönelik kararlardan koparılmamalı, ayrıştırılmamalı, üst ölçekli plan kararlarına aykırı uygulamalardan kaçınılmalı, projeler başta ulaşım kararları olmak üzere, olası çevresel etkileri analiz edilerek, kent planı ile bütünleşik olarak ele alınmalıdır.
  5. Dönüşüm, sağlıklaştırma ve/veya yenileme öngörülen alanlar, kentin gelecekteki niteliğini belirleyen planlarıyla uyumlu, plan ana kararlarını gözeten bütüncül bir bakış açısına sahip olmalı ve planlama, programlama, projelendirme ve parasal konulara dair süreç, çözüm ve uygulama araçları ile bir bütün olarak ele alınmalıdır.
  6. Sağlıklı ve güvenilir bir çevre oluşturulmasında kritik öneme sahip yapı denetim sisteminde kamu denetimini etkinleştirmek için, kentsel dönüşüm alanlarının belirlenmesinde ve uygulamanın her aşamasında TMMOB‘ye bağlı meslek odalarının görüşü ve önerileri alınmalı ve meslek odaları denetim sürecinde etkin olarak yer almalıdır.
  7. Projeler temelde rant artışının değil, can güvenliğinin sağlanmasını ve yaşam düzeyinin yükseltilmesini amaçlamalı, kentsel dönüşüm projeleri ayrıcalıklı imar hakkı sağlama aracı olarak kullanılmamalıdır. Bu kapsamda tüm yapılaşmalara yönelik güçlü, kamusal yapı denetim sistemi yaşama geçirilmeli, uygulama sonucu oluşan rant artışları doğrudan kamuya kazandırılmalıdır.
  8. Dönüşüm projesine konu olan alanların yeniden yapılanmasında; konut alanlarının sağlıklı bir yaşam alanı niteliğine kavuşması için, sosyal ve teknik altyapı tesisleri ile çalışma alanlarına yönelik kararlar birlikte ele alınmalı, kentsel sosyal donatılar insanca yaşama şartlarını sağlayacak standartlara uygun olarak geliştirilmeli, teknik altyapının ve sosyal donatı tesislerinin konutlarla eş zamanlı biçimde kullanıma geçmesi sağlanmalıdır.
  9. Afet tehlikesi karşısında alınabilecek tek önlemin "yapı düzeyinde" güçlendirme ve yenileme olduğu düşüncesinden vazgeçilmelidir. Yapılar, kentsel ve/veya bölgesel düzeyde ele alınarak, afete duyarlı planlanma yaklaşımı esas alınmalıdır. İmar planları risk azaltma önlemlerini kapsayacak şekilde yeniden yapılandırılmalıdır. Kentsel dönüşüm projelerinde kent bütününe ilişkin risk faktörleri belirlenmeli ve bu verilere göre risk azaltma planları hazırlanmalıdır.
  10. Kentsel dönüşüme konu edilen alanlar ve yapılar açısından, tüm tarihsel birikimi ve kültürel zenginliği ortadan kaldıracak yıkım ve yeniden yapma dışındaki seçeneklerin; koruma, yenileme, iyileştirme, güçlendirme ve canlandırma seçeneklerinin öncelikle araştırılması ve tartışılması sağlanmalıdır.
  11. Dönüşüm projelerinde, kentleri ve kırsal alanları estetikten yoksun kimliksiz hale getiren, yerel kimliği ortadan kaldıran tek tip mekân üretiminden vazgeçilmeli, kentsel mekânı parçalayan ve ayrıştıran uygulamalara son verilmeli, gerek yerleşim bütününde gerekse tek yapı ölçeğinde yerelin özellikleri, kırsal dokusu, tarihi ve kültürel birikimi ve özgünlükleri mutlaka korunmalı, özgün niteliğini devam ettirecek toplumsal yaşam ve kültürel değerleri dikkate alan yaklaşım benimsenmelidir.
  12. Dönüşüm projeleri hiçbir koşulda tarihi ve kültürel değerlere zarar vermemeli, bu niteliğe sahip alanlarda gerçekleştirilecek dönüşüm projeleri tarihi ve kültürel mirasın korunması ve geliştirilmesi çabasının bir parçası olarak ele alınmalıdır.
  13. Dönüşüm projelerinde; yaşamın gerçek sigortası olan ormanlar, meralar, sulak alanlar, kıyılar, gibi doğal varlıklar ile ulusal veya uluslararası özgün nitelikleri nedeniyle doğal sit, ÖÇK (Özel Çevre Koruma Bölgesi), milli park, tabiat parkı, sulak alan gibi doğa koruma statüsü verilmiş alanlar, toplumun gıda kaynakları olan verimli tarım alanları, zeytinlikler gibi özel ürün alanları hiçbir koşulda yapılaşmaya açılmamalı ve mutlak biçimde korunmalıdır.
  14. Zemin yapısı nedeniyle risk taşımayan, yalnızca yapı güvensizliği ve kentsel mekânın niteliksizliği nedeniyle dönüşüm projesine konu olan yerlerde, proje alanında yaşayanların uygulama sonrası yine aynı bölgede yaşaması sağlanmalıdır.
  15. Zemin yapısı nedeniyle risk taşıyan ve yapılaşmaya kapatılması gereken bölgelerde yaşayanların, iş olanakları ve ulaşım koşulları dikkate alınarak, gerek geçici iskân aşamasında ve gerekse uygulama sonrasında yakın çevrede iskan edilmesi sağlanmalıdır.
  16. Yenileme, sağlıklaştırma ve dönüşüm süreçleri şeffaf olmalı, karar süreçleri ilgili toplum kesimleriyle paylaşılmalı; sürecin tamamında projeden etkilenen toplum kesimlerinin bilgiye kolayca erişebilme olanağı yaratılmalı; bu kapsamda dönüşüme konu olan sakinlerinin sosyal açıdan zarara uğramaması ve yerinde dönüşüm ilkesi  en önemli hedeflerden birisi olmalıdır.
  17. Projelerin uygulanması hiçbir koşulda yaşayanlar açısından sosyal ayrışmaya/toplumsal kırılmaya/sosyal bir yıkıma neden olmamalı; kent hakkı, konut dokunulmazlığı ve barınma hakkı ilkeleri, kiracıları da kapsayacak biçimde kamusal güvence altına alınmalıdır.
  18. İdari dava açma hakkı, hak arama hürriyeti temelinde düzenlenmelidir. Mülkiyet hakkı güvencesi anayasa temelinde korunmalıdır.
  19. Barınma hakkı sahipliği; mülkiyet belgesinden bağımsız, sağlıklı bir yaşam çevresi içinde, çağdaş, yaşanabilir konut hakkı olarak kabul edilmelidir.
  20. Dönüşüm projelerinden etkilenen tüm kesimlere ayrımsız biçimde, projenin başlangıcından sonuçlanmasına dek, güvenli ve sağlıklı yaşam olanaklarına sahip geçici iskân olanakları yaratılmalı ya da günün koşullarına uygun kira yardımı yapılmalıdır.
  21. Projelere doğrudan kamusal kaynak aktarımı da yapılarak, konut edinme koşulları proje alanında yaşayanların ödeme gücü oranında düzenlenmeli, uygulamaların tüm kesimler açısından dışlama ve tasfiyeye neden olması önlenmeli, olası geri ödemeler iskân sonrası başlatılmalıdır.
  22. Proje alanında yaşayan ve projeden etkilenenlere mevcut konutundan daha küçük, daha niteliksiz, daha düşük sınıfta konut verilmemeli, diğer yandan bu amaçla yapılacak düzenlemeler haksız borçlandırma gerekçesi olarak da yansıtılmamalıdır.
  23. Mevcut kullanıcıların, gerçekleşecek dönüşüm sonucunda aynı alanda yaşamlarını sürdürebilmesini olanaklı kılacak, ortak giderleri karşılamaya yönelik, sürdürülebilir, gelir yaratıcı olanaklar yaratılmalıdır.
  24. Kent kültürünü, kimliğini geri dönülmez biçimde yok eden, halen yaşanan/yaşanacak olan tahribatın durdurulması ve mağduriyetlerin önlenmesi için "Kentsel dönüşüm" adı altında hali hazırda sürmekte olan ve bilimsel esaslardan ziyade rant temelinde hazırlanmış projeler derhal durdurulmalı, yukarıdaki ilkeler bütününe göre yeniden düzenlenmelidir.

 

BÜTÜNCÜL BİR YAKLAŞIMLA VE DİSİPLİNLE DİRENÇLİ KENTLER KURMAK MÜMKÜNDÜR

Bir kent coğrafi durum kaynaklı sel, taşkın, deprem gibi doğa olaylarıyla, yönetsel veya ekonomik krizlerle karşı karşıya kalabilir. Ya da bunların birkaçı ile aynı anda karşılaşıp birbirlerini tetikleyen daha karmaşık krizlere de maruz kalabilir.

Dirençli Kentler, hiçbir sorun veya krizle karşılaşmayan kentler değil aksine, sorunlar ortaya çıkmadan bunları öngörebilen, sorunlara bilimsel, teknik, hukuki ve akılcı yöntemlerle çözüm üretebilen, beklenmedik ve ani krizlere karşı hazırlıklı olan ve alternatif çözümler ortaya koyabilen kentlerdir. Bu kapsam, aynı zamanda fiziki mekânın düzenlenmesi açısından da planlama, mimarlık ve mühendislik disiplinlerinin eş zamanlı ve/veya birbirini tamamlar nitelikteki işbirliğini de ifade eder.

Kentlerin kriz ya da beklenmedik durumlarla karşılaşması halinde sorunun çözülebilmesi için yapılması gerekenler genel olarak üç aşamada tanımlanabilir.

1. Hazırlık Aşaması: Öncelikle kente ilişkin risk yaratan unsurların (doğal, ekonomik, yönetimsel vb.) ve olası risklerin tanımlanması gerekir. Bu aşamada ortaya çıkma ihtimali olan risklerin doğru tanımlanması ve başta yerel yönetimler olmak üzere mühendis, mimar ve şehir plancıların, arkeologların sosyal bilimcilerin, iktisatçıların kısaca kentin risklerini ortaya çıkaracak tüm meslek disiplinlerinin ve  paydaşların birlikte çalışması önemlidir.

2. Önleme Aşaması: Kent yerleşim planları tanımlanmış risklere göre hazırlanmalı,, yatırımlar riskin en az olduğu güvenli alanlara yönlendirilmelidir. Bu planlama çalışmalarında en kötü senaryolar dikkate alınmalıdır.

3. Müdahale Aşaması: Öngörülen ya da öngörülmeyen risklerle karşılaşıldığında ilk iki aşamada yapılan hazırlık ve çalışmalar önem kazanmaktadır. Risklerin öngörülme durumu ve bu risklere göre en kötü senaryo temel alınarak yapılacak planlama krizin yönetimi, krizin etkilerini azaltma ve çözüm geliştirme konusunda önemli kazanımlar sağlayacaktır.

Tüm bu süreçlerde başarılı olmanın ön koşulu; toplumun tüm paydaşlarının katılımıyla kolektif karar alma sürecinin ve süreçte yer alacakların görev ve sorumluluklarının önceden belirlenmiş olması yani kriz eylem planlarının yapılmış olması bunun yanı sıra merkezi ve yerel idarelerin TMMOB ve bağlı Odalarıyla iş birliği içerisinde hareket edilmesidir. Kentlerin doğru yer seçiminde, coğrafi şartlarından kaynaklanan risklere karşı dirençli olmalarını sağlayan en önemli araçlardan birisi mekânsal planlardır.

Planlama Bütüncül Olmalıdır

Türkiye’nin planlama politikası ekonomik ve sosyal politikaların belirlendiği kalkınma planları ile biçimlendirilmektedir. Kalkınma planları ülkenin mekânsal/ fiziki planlarına, (çevre düzeni planı, bölge planı, imar planı)  ve tüm yatırımlarına yön verilmesi açısından önemlidir. Bu kapsamda, birden fazla ili kapsayan çevre düzeni planından başlayarak yerelde imar planlarına kadar inen planlar, hukuki belgeler olarak bir ülkenin ekonomik ve sosyal görünümünü işaret etmekle kalmaz, aynı zamanda ülkenin gelişme sürecinin farklı özneleriyle ilgili bilgi de verir. Bu nedenle planlama ekseninde ortaya konulan bir yaklaşım, ülkenin, bölgenin ve yerelin kalkınmacı modeli için önemli bir ihtiyaçtır.

Gelişme politikaları açısından Türkiye’nin geleceğinin planlanmasında yaşanabilir, güvenli, afete dayanıklı kentler için; deprem, sel, taşkın, düzensiz yağışlar gibi doğa olaylarının afete dönüşmemesi; yaşamsal öneme sahip ormanlar, akarsular, sulak alanlar, kıyılar, milli parklar vb. doğal, kültürel, tarihi ve arkeolojik varlıklarının korunması; gıda güvenliği için biyogenetik rezerv alanların, meraların ve tarım alanlarının korunmasını sağlayacak planlama ve yapılaşma sürecinin temini zorunludur.

Tümden gelim olarak da ifade edilebilecek planlama kademeleri, üst kademeden alt kademeye doğru sırasıyla; Mekânsal Strateji Planı, Çevre Düzeni Planı, Nazım İmar Planı ve Uygulama İmar Planından oluşur. Planlar arası kademeli birliktelik ilkesi uyarınca, her planın yürürlükteki üst kademe planlara uyma zorunluluğu olup üst kademe planı aynı zamanda alt kademedeki planı da yönlendirmektedir. Böylelikle ülke düzeyinden başlayarak, her konunun, bölge, il ve ilçe düzeyine ve kırsal yerleşmelere uzanacak şekilde bütüncül olarak ele alınması sağlanır.

Dirençli kentleri oluşturmada planlama (ülke, bölge ve kent planları), uygulama(kentsel tasarım, mimarlık ve mühendislik projeleri ve yapım süreci) ve denetimin her aşamasında taraflar arasında ve disiplinler arasındaki çatışma ve çelişkilerin pozitif yönde ilerlemesinin sağlanmasında kamu yararı yaklaşımının üst hedef olarak kabulü vazgeçilmez önemdedir.

Gerekli etütler ile eşik analizi yapılmalıdır.

Mekânsal planlar için öncelikle gerekli tüm etütler, gerektiğinde ülke düzeyinden başlayarak bölgesel ilişkiler bağlamında sosyo ekonomik analizler, demografik yapı, mülkiyet gibi veriler ile mevcut durum tespiti/analiz çalışması yapılmalıdır;

  • Risk analizi; Doğal olaylara ilişin risklerinin ortaya konulması: plana esas jeolojik-jeoteknik etüt, taşkın alanları, sel, heyelan kaya düşmesi vb. alanların belirlenmesi,
  • Kent içi yapı stokuna, toplanma alanlarına, ulaşım, enerji vb. altyapıya, korunması gereken kültürel varlıklara ilişkin risk analizinin yapılması,
  • Koruma analizi; ormanlar, akarsular, sulak alanlar, su havzaları, kıyılar, milli parklar vb. doğal, tarihi ve kültürel miras, kentsel kimlik, kırsal kimlik ögeleri; biyogenetik rezerv alanlarının, büyük ova, meraların ve tarım alanlarının tespiti,
  • Tamamı doğal süreçler sonucunda oluşan, yaşadığımız alanlarda yapılacak her türlü planlama çalışmalarında, gerçek risk analizinin ve korunması gereken alanların belirlenmesi, sorunların doğru tespiti ve isabetli çözüm önerilerinin geliştirilebilmesi içincoğrafi sınırların esas alınması zorunludur. Aksi takdirde telafisi mümkün olmayan tahribatın, can ve mal kayıplarının yaşanması kaçınılmazdır.
  • Risk analizi ile birlikte korunması gereken doğal alanların belirlenmesinden sonra eşik analizi sonucunda “yerleşilebilir alan” tanımlanmaktadır.
  • Yerleşilebilir alanın neresi ve ne kadarının yapılaşmaya konu edileceği, yerleşecek nüfus miktarı ve bu nüfusun ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde konut, ticaret, sanayi gibi ekonomik sektörler; eğitim sağlık gibi sosyal altyapı; ulaşım, su atık vb. teknik altyapı; açık ve yeşil alanları için gerekli alan miktarı vd. kullanımların yer seçimi kararları ile belirlenmektedir.
  • Bu planlar kapsamında risk durumunda kullanılacak toplanma alanları da belirlenmektedir.  

Bütüncül planlama yaklaşımında kentsel yerleşimlerde bu çok yönlü risklerin belirlenmesi, kentin fiziki, ekonomik, sosyal ve demografik özelliklerinin bütün olarak planlama disiplini içinde ele alınmasını ve çözülmesini gerektirir. Bütüncül yaklaşım tüm kaynakları ve can-mal varlığını tehlikelere karşı önlem almayı da içerir. 

Diğer önemli bir husus da, ülkenin, bölgenin ya da kentlerin geçmişte yaşanan afete dönüşen doğal olayların iyi analiz edilmesi, eksik noktaların net bir şekilde belirlenmesi ve geleceğe yönelik rasyonel yaklaşımların ortaya konulması önemlidir.

  • Kentsel direncin artırılmasında özellikle kamu hizmetlerinin güncel teknoloji uygulamalarıyla desteklenmesi ve yaygınlaştırılması, veri depolama ve kullanma sistemlerinin etkin ve verimli kullanılması, ilgili taraflarla yapılacak iş birlikleriyle geliştirilmesi ve uygulanması önemli noktalardan birisidir.
  • Mevcut yerleşimler açısından kentsel risk yönetimi, sadece barınma sorununun çözümüne odaklanılarak, mevcut yapıların dayanıklılığının tespiti, bunların güvenli hale getirilmesi olarak ele alınamaz. Yapı stokunun iyileştirilmesinin yanı sıra finansal model ve toplumsal beklentilere ilişkin çözümlerin de bütünlük içinde ele alınması gerekir.
  • Mekânsal risklerin belirlenmesinde yerleşim alanlarında bulunan yapıların birbirlerini etkilemeleri, kaçış olanakları, yakın çevre güvenliği, toplanma alanlarının yeterliliği, dağılımı gibi konuların yarattığı riskler de göz önüne alınmalıdır.
  • Doğru bir planlama süreci ile bilinen, öngörülen risklerin önceden engellenebileceği, sonuçların hafifletebileceği ve çözümlerin kolaylaştırılabileceği unutulmamalıdır. Ayrıca planların elde etme ve uygulama sürecinde ilgili kurumlar ile TMMOB’nin karşılıklı iş birliği ve halkın katılımı önemlidir.
  • Dirençli kentler için yapılan yerleşim amaçlı etütlerden başlayarak, planların, mimarlık ve mühendislik projelerinin uygulanmasında kamu denetimi vaz geçilmez önemdedir.  
  • Yeni yerleşim alanlarının belirlenmesi ya da mevcut yerleşim alanlarında yapılacak planlama ve uygulama süreci, etüt, planlama, uygulama, kentsel tasarım, mimarlık mühendislik hizmet sürecinin tarifidir. Bir başka ifadeyle, yer bilimsel değerlendirmeler, yer seçimi kararları, mimarlık, mühendislik projeleri birbirini tamamlayan mesleki çalışmalar olup dirençli kentler oluşturabilmek için gerek yeni yerleşim alanlarında gerekse mevcut kentlerdeki çalışmalarda şehir planlama, mimarlık ve mühendislik disiplinlerinin ve bu mesleklerin tek örgütü olan TMMOB ve bağlı Odalarının katkıları bütüncül olarak sağlanmalıdır.
  • Söz konusu disiplinlerin eşgüdüm halinde çalışabilmesinin yolu kendi sorumluluk ve yetki alanlarının sınırlarının belirlenmesinde rol alan meslek odalarının katılım olanaklarının sağlanmasından geçmektedir.
  • ÇŞİD Bakanlığının,  planlama ve uygulama konusundaki denetim rolünün yanı sıra, üst ölçekli planlamadan ruhsat vermeye kadar genişletilmiş resen onaylama yetkisinin sınırlandırılması, özel projeler adı altında imar planlarını kamu yararına aykırı şekilde değiştiren ve yerleşim alanlarında kişiye özel imar hakları dağıtılmasına dönüşen tek taraflı karar sürecinin ortadan kaldırması dirençli kentler için vazgeçilmez önemdedir. 
  • Dirençli kentler oluşmasında en büyük engel imar aflarıdır. Kamu zararının yanı sıra vatandaşların can ve mal kayıplarının katlanarak artmasına yol açan  “imar affı” bir seçenek olmaktan çıkarılmalıdır.

 

AFET YÖNETİMİ İLGİLİ TÜM PAYDAŞLARIN KATILIMI ESASIYLA YENİDEN YAPILANDIRILMALIDIR.

Ülkemizde afet yönetimi Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) tarafından yürütülmektedir. AFAD, 29 Mayıs 2009 tarih ve 5902 sayılı Kanun'un 17 Haziran 2009'da Resmî Gazete'de yayımlanmasıyla; İçişleri Bakanlığı Sivil Savunma Genel Müdürlüğü (SSGM) ve Bayındırlık ve İskan Bakanlığı Afet İşleri Genel Müdürlüğü, Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Genel Müdürlüğü (TAY) yerine kurulan afet ve acil durum yönetimi kurumudur. 

4 No’lu CB Kararnamesi ile İçişleri Bakanlığına bağlanan kurumun temel görev ve amacı afet öncesi hazırlık ve zarar azaltma, afet esnasında yapılacak müdahale ve afet sonrasındaki iyileştirme çalışmalarının yönetim ve koordinasyonunu gerçekleştirmektir.

Başkanlık, merkez teşkilatında 13 daire başkanlığından oluşturulmuş olup, yerellerde de İl afet ve acil durum müdürlükleri olarak teşkilatlanmıştır. Ülke ve bölge düzeyinde genel koordinasyonun sağlanması merkez teşkilatı tarafından yapılmaktadır.

AFAD, Türkiye'de yaşanabilecek her tür ve ölçekteki afet ve acil durumlar için afet öncesinde, afetin yaşanmasının hemen ardından acil müdahalede ve sonraki günlerde afet bölgesinde yapılacak hizmetlerde görev üstlenecek kamu kurumları ile özel sektör, sivil toplum kuruluşları (STK) ve gerçek kişilerin görev, yetki ve sorumluluk alanlarını ve bu bağlamda tanımlanan hizmetlerin ana sorumluları ile destek verecek kurumları belirlemek ve işlerliğini sağlamak üzere amacıyla Türkiye Afet Müdahale Planını (TAMP)  hazırlamış ve tüm illerden İl Risk Azaltma Planları (İRAP) hazırlanmasını istenmiştir.

6 Şubat’ta yaşanan Kahramanmaraş merkezli depremler gerek TAMP’ın gerekse İRAP’ın kâğıt üzerinde kaldığını ve işletilemediğini göstermiştir.

  • Yıkımın bu denli ağır olmasının diğer bir ifadeyle tüm yerleşim yerlerinde binaların yıkılmasının ya da hasar görmesinin temel nedenleri; kamu denetiminin yoksunluğu; imar planlarına ve mimarlık ve mühendislik projelerine aykırı yapılaşma; inşaat uygulamalarındaki hatalar ve liyakatsizliktir.
  • Yaşamını yitiren yurttaşlarımızın sayısının bu denli artmasına neden olan faktörlerin başında geç müdahale, kamu otoritesinin eksikliği, afete hazır olmama, koordinasyonu sağlayacak afet yönetim planının olmayışının getirdiği plansızlık ve koordinasyon eksikliği, acil müdahale sağlık merkezlerinin oluşturulamaması, zorlu kış şartlarında barınma ihtiyacının giderilememesi olmuştur.
  • Her ne kadar kamu ve yerel yönetim çalışanları, madenciler, kolluk kuvvetleri, arama- kurtarma konusunda uzman STK gönüllüleri ve müdahale etmeye çalışan vatandaşlarımızın iyi niyetli çabaları ve insanları yaşatmaya dönük olağanüstü gayretleri ortada olsa da, özellikle ilk 72 saatte etkin ve koordineli müdahale konusunda kamu otoritesinin eksikliği, arama –kurtarma ekiplerin sayıca yetersizliğinin yanı sıra gerekli donanıma sahip yetişmiş eleman ve teknolojik donanım eksikliği, ekip olan yerlerde ise iş makinesi, vinç ve jeneratör vb ekipman yetersizliği gibi kritik faktörler ne yazık ki enkaz altında kalan insanlarımıza çok geç ulaşılmasına ve ölümlerin inanılmaz boyutlarda artmasına neden olmuştur.

Sonuç olarak Afet Yönetimini tek elden yürütme çabasıyla kurulan AFAD kriz yönetiminde sınıfta kalmıştır.

Dolayısıyla Afet Yönetimi sürecinin yeniden yapılandırılmasına ihtiyaç olduğu açıktır. Yeni yapılanmanın nasıl olacağı kamu kurum ve kuruluşları, TMMOB ve bağlı Odaları,  TSK, STK’lar, yerel yönetimler vb. tüm paydaşların geniş katılımı ile değerlendirilmesi gereken kapsamlı bir çalışma ile belirlenmelidir. Ancak genel prensipleri ortaya koymak gerekirse;

  • Tüm kurumlarda olduğu gibi afet ile ilgili kurumsal yapılanmanın da şeffaf ve hesap verilebilir hale getirilmesi gerekmektedir.
  • Etkin koordinasyonun yapılması, afete hazır olma durumu ve anında müdahale yapabilmenin ön koşulu;  önceden yapılmış afet eylem planı,  bu eylem planında görev alacak kurum ve kuruluşların ve bu kurum ve kuruluşlarda görevlendirilenlerin idari yetkililerin, sorumluluk sınırlarının, görev tanımlarının net olarak belirlenmiş olması ile birlikte bu kurum ve kuruluşlarda çalışanların teknik yeterlilik ve gerekli araç gereçler açısından hazırlıklı olmalarıdır.
  • Afetler birden fazla ili etkilediğinde teşkilat şeması ve idari yetki sınırları önem kazanmaktadır.
  • Afetlere hızlı ve etkin müdahale için, afet yönetimi ile ilgili tüm kurumların, bölgesel düzeyde, başka bir talimata gerek olmadan refleks gösterme yetkileri yeniden tanımlanmalıdır.
  • Afet Yönetiminin sadece merkezi teşkilatlanma ve/veya koordinasyondan ibaret olmadığı sahada çalışacak diğer kurumlarla birlikte yürütülmesi gerektiği, üst ölçekte özellikle idari sınırları aşan bölgesel inisiyatif kullanılabilecek bir yetki tanımına, aynı zamanda ücra bölgelere ve kırsal alanlara da ulaşabilecek görev tanımına ihtiyaç vardır.
  • Bugüne kadar birçok yıkıcı ve büyük kayıplara neden olan depremler yaşanan Ülkemizde ilk kez bu kadar açık bir şekilde, arama - kurtarma, barınma ve beslenme ihtiyacını karşılayan Kızılay ile bu hizmetlere ilave güvenlik, sağlık ile lojistik hizmetleri veren Türk Silahlı Kuvvetlerinin eksikliğinin ağır sonuçları acı bir şekilde yaşanmıştır.  AFAD’ın kurulmasından sonra “destek görevi”ne çekilen TSK’nin afet ile ilgili sorumluluk ve görev tanımı yeniden yapılmalıdır. Kızılay yeniden kar amacı gütmeyen yardım derneği kimliğine dönmeli, şeffaf ve güvenilir konumuna getirilmelidir.
  • Sorumluluk ve görev alanı il sınırları olmayan Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü gibi kırsal yerleşmelere ve kırsal alana hâkim, buradaki ihtiyaçlara göre araç ve gereçler ile donatılmış kurumsal yapıya ihtiyaç vardır. Sorumluluğun ve yetkinin il sınırları dâhilinde kaldığı, il müdürlükleri teşkilatlanması ile kırsalın ihtiyaçlarını karşılamak mümkün olamamaktadır.
  • Özellikle Büyükşehir  (Bütünşehir) Yasası ile hizmet götürülebilir optimum büyüklük aşılmıştır. Bu nedenle il sınırları içinde mahalleye dönüşen kırsal yerleşmelerin birçoğuna standart hizmetlerin götürülmesinde yetersiz kalınırken, afet durumunda bu alanlara zamanında ulaşmak mümkün olamamaktadır.
  • Kent, altyapı ve yapı planlarını hazırlayıp uygulayan TMMOB Bağlı Odaları, gerek afetin hemen sonrasında gerekse iyileştirme aşamalarında uzmanlıklarıyla önemli katkılarda bulunabilecek meslek odaları olarak doğrudan ana bileşenlerinden birisi olarak tanımlanmalıdır.

 

  • SONUÇ

Doğa olaylarının sıklıkla afete dönüştüğü, tarım ve orman alanlarının rant uğruna talan edildiği, afete hazırlıklı olma konusunda kamu kurumlarının yetersizliğinin ayyuka çıktığı ve afetlerin toplumsal sonuçlarının arttığı bir dönemden geçiyoruz. Bütünlüklü bir afet yönetimi politikası geliştirilemediği için afetlerle yüz yüze kaldığımızda geçici, anlık, bireysel tepkilerle süreci yönetmeye çalışıyoruz.

Deprem, kuraklık, sel, taşkın, çığ, heyelan ve fırtınalar “doğal olaylar” olup yüzyıllardır dünyanın her bölgesinde yaşanmaktadır ve dünya var oldukça da yaşanacaktır. Bu doğa olaylarının afete dönüşmesinin temel nedeni, insanın bilimi, tekniği, diğer bir ifadeyle planlama, mimarlık ve mühendislik hizmetlerini göz ardı eden yaklaşımının bir sonucudur. Özellikle son yıllarda yaşanan afetlerin temel nedenini salt iklim değişikliğine bağlamak da arkasında yatan ekonomi politikalarını gizlemenin popüler bir yolu haline gelmiştir.

Mekânın kullanımını düzenleyen planlama disiplini, üretimden vaz geçilerek inşaat sektörü üzerinden arazi rantına dayalı ekonomik politikalar için kullanışlı bir araca dönüştürülmüştür. Her türlü arazi kullanımı için yer seçiminin belirlendiği mekânsal planlar (çevre düzeni planlarından imar uygulama planlarına kadar) şehirciliğin bilimsel, teknik ve hukuki ilkeleri doğrultusunda, etüt aşamasından başlayarak planlama, uygulama aşamasında da mimarlık ve mühendislik projelerinin kamusal denetimi yapılmadığı sürece doğal olaylarının afete dönüşmesi kaçınılmazdır.

Planlamanın, mimarlık ve mühendislik süreçlerinin göz ardı edilmesiyle birlikte, kaçak yapılaşmanın imar afları ile adeta desteklenmesi kentlerin yanı sıra tarım alanlarının, meraların, dere yataklarının, ormanların, kıyıların vd doğal alanların (insan kaynaklı) tahribatını, talanını yaygınlaştırmaktadır. Doğa tahribatının diğer önemli bir nedeni de, başta tarım alanları, meralar ve ormanların boş alan olarak değerlendirilemesin,  ilk vaz geçilen olmasıdır.

Afetler yaşandıktan sonra yaraların sarılması elbette önemli ve gereklidir ama aslolan afet zararlarını en aza indirgeyen, insan hayatını korumayı başlıca amaç sayan, tedbire, planlamaya ve risk yönetimine dayalı bir afet ve kriz yönetimi politikasının oluşturulmasıdır.

Afetlerin çok kaynaklı doğası ve afet yönetim süreçlerinin çok katmanlı yapısı farklı meslek disiplinlerinin iş birliğini zorunlu kılmaktadır. Bu işbirliği sadece mühendislik, mimarlık, şehir plancılığı ile de sınırlı kalmamakta, arama kurtarma hizmetlerinden halk sağlığına, eğitim politikalarından sosyal hizmetlere kadar uzanan çok daha geniş bir alanı kapsamaktadır. Toplumun tümünün afete hazırlıklı olması için kurumsal, hukuki ve yapısal düzenlemeleri de içerecek bütünlüklü bir yaklaşım geliştirilmesine ihtiyaç vardır.

Kamunun tasfiyesi, sosyal devlet uygulamalarının neredeyse sıfır düzeyine çekilmesi yeni liberal politikaların bir dayatmasıdır ki, ne yazık ki bugün ülkemizin kaderini bu dayatma belirlemektedir.

Genel ekonomik yönelim, kamunun küçültülmesi, kamusal harcama ve yatırımların aşağıya çekilmesi doğrultusunda olduğu sürece, afete ve afet sonrasına hazırlık süreciyle ilgili kamu yönetiminin sorumluluğunu yerine getirmesini beklemek hayalcilikten öte anlam taşımamaktadır. 

 

[1] 2005 yılında Türk Telekom AŞ’nin yüzde 55 hissesi toplam 6.5 milyar dolar karşılığında bir konsorsiyuma satılmıştır. Satıldığı dönemde kurum 80.000‘i ankesörlü 19.580.000 sabit telefon, 21.500.000 hatlık santrala, 35 milyon km. bakır kablo ve 100 bin km optik kablo şebekesine, tüm köylere uzanan iletişim alt yapısına, 850 işyerine, 3000 Telekom bayisine, cep telefonu operatörü AVEA‘nın yüzde 40 hissesine sahipti.  1.200.000 aboneye internet erişimi, tüm kamu ve özel sektör kuruluşlarına yüz binlerce kiralık devre hizmeti sağlamaktaydı.